1.KADININ İLKEL TOPLUMLARDAKİ YERİ

Tarih boyunca inanış biçimlerindeki değişim ile kadının toplum içerisindeki statüsünün değişimi benzerlikler taşır. Çevresel ve toplumsal değişimler sonucu, Tanrılar panteonunun liderliği tüm güçlere sahip Ana Tanrıça’dan (Kybele, Terra Mater), tüm güçlere sahip Fırtına Tanrısı’na (Zeus) doğru bir geçiş süreci izlemiştir. Bu değişimle birlikte Ana Tanrıça tek ve güçlü rolünü kaybederek Zeus’un eşi Hera’da görüldüğü gibi bereket tanrıçasına, ikincil bir pozisyona düşmüştür. Tek tanrılı dinler aşamasında ise tanrılar panteonunun yerini tek ve güçlü bir erkek tanrının alması izlemiştir.

  • Paleolitik (MÖ 2,5 milyon-MÖ 12 bin) dönemde yüzbinlerce yıl Matriarkil(Anaerkil) düzende yaşayan insanoğlu ne oldu da son buzul çağından sonra yaklaşık 11 bin yıl önce Patriarkil (Ataerkil) düzene geçti? (Anadolu toplumları en son geçenler oldu)
  • İlkel tarım toplumlarında iş gücü gereksinimiyle önem kazanan kadın doğurganlığı ile toprağın verimliliği arasındaki ilişkinin sosyal düzene etkisi ne idi?
  • Neden ilkel çiftçi toplumlarda kadınlar üstünken hayvancılıkla uğraşan toplumlarda hep erkek egemendi?
  • Tekeşliliğe geçiş ile özel mülkiyet arasındaki ilişki ne idi?

Kadın Erkek Eşitliği

Dinsel inanç sistemlerinin temelinde, ‘yaşamı yaratan kimdir?’ sorusuna verilen yanıt yatar. Yaratma, hem bir şeyin yoktan var edilmesini, hem de soyun yeniden üretilmesini kapsar. Tanrılar panteonunda tüm güçlere sahip Ana Tanrıça’dan, tüm güçlere sahip Fırtına Tanrısına doğru bir geçiş görülür. Burada artık Ana Tanrıça, Zeus ve Hera çiftinde görüldüğü gibi, bereket tanrıçasına dönüştürülmüştür. Bu adımlardan sonra, sıra tanrılar panteonunun yerini tek bir güçlü erkek tanrının almasına ve bu tanrının yaratma ilkesinin her iki yönünü de yoktan var etme ve soyu üretme, kendisinde toplamasına gelir. Farklı kültürlerde farklı biçimler alsa da özünde benzer olan bu değişim, Batı uygarlığı açısından en açık biçimde, Kutsal Kitap’ın Tekvin (Genesis-Yaratılış) bölümünde dile gelir.

Gök Tanrısı Zeus ve eşi Bereket Tanrıçası Hera

19. yüzyıl antropolojisinde, günümüz feministlerince yeniden canlandırılan en büyük tartışmalardan biri, ataerkil toplumlarda erkeğin kadına egemen olduğu bir dönemin, patriarkinin önceli ve tam karşıtı olan bir matriarki döneminin var olup olmadığıydı. Matriarki (anaerkillik), kadınların erkeklerle yalnızca eşit oldukları değil, aynı zamanda denetim, iktidar ve egemenlik sahibi oldukları bir toplumu belirtmek için kullanılır.

Ataerkillik, MÖ 3000'de (Gılgamış destanı) Orta Doğu'da (Sümer-Mezopotamya) başlamış gibi görünmektedir ve daha sonra anaerkil medeniyetleri ezerek, melezleyerek ve kademeli olarak asimile ederek kuzeyden gelen Aryan ırkların istilaları ile  dünyaya yayılmıştır. Toplumların ataerkilleşmesi kentsel seçkinlerle başlamıştır ancak kırsal kesimde medeni durum kayıtlarının olmaması nedeniyle anasoyluluk daha uzun süre devam etmiştir. 

Akadlar, Sümer'i fethetmeden ve mitolojilerini benimsemeden önce, Tanrı olarak yalnızca Güneş'i, büyük Ana tanrıçayı ve iki çocuğu Şahar, Ay'ı ve Athtar, Venüs'ü biliyorlardı. Ancak, Sümerlerin bilgisini, sanatını ve mitlerini yaydılar. Gılgamış Destanı farklı zamanlarda, aynı kahramanlarla, tekrar tekrar yazıldı. Ve her yeniden yazımda, güç büyük Ana tanrıçadan erkek tanrılara biraz daha geçti.

MÖ -2700 civarında Uruk kralı olarak kraliyet listelerinde görünen Gılgamış, tarih öncesi Büyük Ana Tanrıça'yı simgeleyen Sedir Dağı Ejderhası Huwawa ile savaşır ve onun başını keser. Mitin geri kalanı, başarısızlıkla sonuçlanacak olan yaşam gücü arayışını sunar. Ancak Gılgamış başarısız olduğunda, diğer istekli tanrılar başarır. Bir Sümer miti, Enki'nin bereket Tanrıçası'na karşı mücadelesini ve onun Metresi olan Bitkileri çalarak "Sırrı öğrenmek için onları yemesini" tasvir eder. O, Büyük Baba Tanrı olur ve Yaşam yiyecekleri yeni insanlığa yasaklanır, İncil'deki Havva'nın yılanın suç ortaklığıyla arzuladığı yasak meyve gibi.

Bu anti-matriarka mücadeleler, bir tanrının veya kahramanın bir tanrıçanın (anneleri Gaia, Thetis, vb.) emrine uyan bir dişi canavarı (Okyanuslar) veya bir erkek canavarı (Titanlar) nasıl yok ettiğini veya köleleştirdiğini anlatan mitlerde belirginleşir. Zeus, "dünyanın gördüğü en büyük canavar" olan ve Gaia tarafından Olimpiyat tanrılarının babasından intikam almak için yaratılan Typhon'u öldürür. Perseus, Gorgonların tanrıçası Medusa'nın başını keser. Apollon, Dünya Ana'nın kehanet merkezi olan yılan Python'u boyunduruk altına alır ve onu Delphi'de hizmetine verir. Bu şekilde zaman içerisinde çeşitlenen mitler sonucunda ataerkillik toplumlara iyice yerleşti.

MÖ 4000’de Yakın Doğu ve Mısır’da ilk yazının kullanıma başlandığı dönemde ataerkillik iyice yerleşmiş durumdaydı ve eğer anaerkil bir dönem var olmuşsa, bunun kanıtlarının paleolitik (yontmataş MÖ 2,5 milyon yıl - MÖ 12000) dönemde aranması gerekirdi. Lewis Henry Morgan (Ancient Society,1877), Kuzey Amerika yerlileri arasında ilk araştırmaları yapanlardan biriydi. Bu araştırmalarında, Irokua(Iroquois) yerlilerinde kadınların, Morgan’ın yaşadığı topluma göre, çok daha yüksek bir statüye sahip olduklarını, dinsel ve siyasal faaliyette büyük bir rol oynadıklarını, ekonomiye egemen olduklarını saptamış ayrıca soyun ana tarafından çizildiğini gözlemlemişti. Bu toplum kendilerine uzun ev yapan insanlar anlamında ‘Haudenosaunee’ diyordu ve Amerika’nın kuzeyinde yaşıyorlardı.

Morgan ilk başlardaki anasoyluluğun, topluluğun yerleşikliğe geçmesi ve mülkiyet birikimin yaygınlaşmasıyla erkekler tarafından değiştirildiğini savundu. Onun tezini Friedrich Engels devralarak (The Origins of the Family, Private Property and the State,1884) ilk başta topluluğun ortak mülkiyetini kadınların denetlediğini, ama tarıma geçişle birlikte erkeklerin tarım araçlarını, özellikle sabanı ve çiftlik hayvanlarını kullandıklarını ve onlara sahip olduklarını, böylece özel mülkiyet sahibi ilk cinsin erkekler olduğunu öne sürdü. Erkekler, bu mülkiyeti kendi çocuklarına geçirmek istedikleri için, tekeşliliği getirdiler; çünkü ancak böylelikle kendi soylarının mülk edinmesini güvence altına alabileceklerdi. Anasoylu bir sistemde, erkeğin sahip olduğu her şey, ana tarafına miras kalmaktaydı, yani erkeğin kendi çocuklarına değil, kız kardeşinin çocuklarına geçiyor, kendi çocukları da karısının soyuna ait oluyordu. Babasoylulukta ise, erkeğin karısı üzerindeki cinsel tekelinin yanı sıra çocukları üzerinde ekonomik ve hukuksal tekeli olmaktaydı. Sonuç olarak, anasoyluluktan babasoyluluğa geçiş süreci içinde kadınlar, cinsel olarak sınırlandırıldılar ve ekonomik olarak da ikincilleştiler.

Günümüzde bazı toplumlar anasoylu olsa bile, erkekler yerine kadınlar üst yönetici konumunda değildir. Bu nedenle, birçok antropolog, şu anda var olan toplumların hiçbirinin, özellikle ataerkilliğin tam karşıtı biçimde anaerkil olarak tanımlanamayacağı görüşünde birleşmektedir. Bazı başka antropologlar ise, alternatif bir görüş öne sürmektedir. Bir dizi geleneksel toplum örneğine bakarak bunlar içinde gezici avcı-toplayıcı topluluklarda kadınların statüsünün istikrarlı bir biçimde daha yüksek olduğunu saptadılar. Bu toplumlardaki durum, kesinlikle ataerkilliğin tam karşıtı olmaktan uzaktı; daha ziyade, bireyler ve cinsler arasında eşitliğe dayanan bir toplumsal örgütlenme söz konusuydu. Bu yapıda, herkesin fikir söyleme ve fikirlerini dinlettirme hakkı bulunduğu gibi, herhangi bir somut durumda tüm bireylerin ne yapacakları konusunda kendi kararlarını alma hakları vardı. Bu eşitliğin nedenlerinden biri, topluluk içinde özel mülkiyetin bulunmaması ve gezici bir grubun yiyecek depolamasının olanaksızlığıdır. Bu nedenle hiç kimse başkasından daha fazla mala sahip değildir ve dolayısıyla hiç kimse bağımlılığına ya da ezilmeye yol açacak biçimde bir diğerine karşı borç ya da minnet duyma konumunda olmaz.

Avcı/Toplayıcı Toplum - Anaerkil Düzen

Avcılık öncesi aşamada üretim diye bir şey yoktu. Yalnızca tohumların, meyvelerin ve küçük hayvanların basitçe elde edilişi söz konusu idi. İnsanların avcı/toplayıcı olarak yaşadığı dönemde kadın ile erkeğin rolleri benzerdi. Bu yüzden iş bölümü diye bir şey olamazdı. Bununla birlikte mızrağın bulunuşuyla birlikte kadınlar yiyecek toplama işini sürdürürken, avcılık erkeklerin görevi haline geldi.

Antropolojik araştırmalar, bu dönemde kadın ile erkeğin bedensel özellikleri arasında güç ve çeviklik bakımından ciddi farkların bulunmadığını ortaya koyuyor. Son 12 bin yılın kadınının fiziksel karakteristiğini oluşturan göğüsler, yuvarlak hatlar, ince yapı ve zayıf kaslar o zaman için söz konusu değildi.

Kadın, diğer tüm üyeler gibi, topluluğun ortak faaliyetlerine eşit oranda katılıyordu. Avlanma, besin toplama, yırtıcı hayvanlara karşı savunma birlikte yapılıyordu. Tehlikeli av partilerinde ancak sıkı bir dayanışma sağlandığında yaşamda kalma şansı vardı. İnsanlık on binlerce hatta yüz binlerce yıl boyunca bu şekilde yaşadı.

O dönemde kadınlar ile erkeklerin rol ve görevleri günümüzdeki gibi katı bir biçimde ayrılmış olmasa bile, cinsler arasında özelikle yiyecek bulma bakımından bir ayrım vardı. Bunun, çocuk doğurma ve yetiştirme gereksinimleriyle bağlantılı olması muhtemeldir. Ama kadınların işi farklı olsa bile, en azından erkekler kadar yiyecek katkısında bulunmaları açısından ve bu yiyeceği ararken hem araziyi tanımak hem de bu arada başka topluluklarla ilişkiler kurmak açısından erkeklerle eşit durumdadırlar. Bu nedenle, kadınlar topluluğun erkekler kadar saygın üyeleridir ve yiyecek toplama işi, erkeğin işi olan avcılıktan farklı olsa da aynı derecede değerli kabul edilir. Cinsiyete dayalı iş bölümüne göre; kadın evinin ocağının sorumlusu olurken, erkekte avlanma işleriyle uğraşacaktı. Bu iş bölümünde görevleri belirleyen en temel unsur kadının çocuk bakma zorunluluğuydu. Kadın evde kalmalı, çocuk bakımı dışında bitki toplayıcılığı, yemek hazırlama, giyim, kap kacak imalatı vb. işleri üstlenmeliydi. Erkek ise fiziksel olarak ava daha yatkın olduğu için bu görevi üstlendi. Kadının bitki toplayıcılığı ve diğer işlerle temel yaşam gereksinimlerini karşılaması, erkeğin ise buna karşın avdan getirdiklerinin düzensizliği, çoğu zaman tesadüflere bağlı oluşu, topluluk içinde kadına verilen önemin temelini oluşturuyordu.

İlk zamanlarda toprağın işlenmesinden elde edilen ürünler komünün beslenmesine yeterli gelmiyor, avcılık da sürdürülüyordu. Bu doğal bir iş bölümü yarattı. Komünün yerleşik bölümü, yani kadınlar, toprağı işleme görevini üstlenirken, erkekler avlanma ve savaşma görevini üstlendiler. Ancak ava göre göre tarımın daha bereketli olması nedeniyle, komün, tarımı geçim araçlarının temeli olarak görmeye başladı.

O çağlarda topluluğun lideri kadınlardı. Kadının otoritesi ve ona duyulan saygı sürekli olarak arttı. Tarımla uğraşan komünlerde soy kadına göre belirlenir ve özel mülkiyetin doğduğu yerlerde miras anneden erkek çocuklara değil kız çocuklara geçerdi. Evin sahibi kadınlardı. Erkekler evlendiklerinde anne-baba evinden ayrılır, eşinin evine yerleşirdi. Anadolu’daki iç güveyisi durumu aynen budur. Anaerkil ailenin nedenlerinin bir diğeri de çok eşlilik nedeniyle, dünyaya gelen bebeğin yalnızca annesinin kesin olarak bilinmesi idi. Bu durumda soy ağacının belirlenmesinde anne belirleyici oluyordu.

Küçük çocukları olan anneler, komün avlanmaya çıkıldığında, evde bırakılırdı. Besinlerin henüz depolanmadığı bir dönemde yiyeceği biten kadınların tesadüfen tahılların tohumdan filizlenmesini fark edip, toprağı gevşetmenin verimi artırdığını öğrenmiş olduğuna inanılmaktadır. Yırtıcı hayvanlardan korunmak amacıyla ateşin sürekli olarak canlı tutulması görevi kadının olduğu için kadının ateşten nasıl yararlanılacağını da (pişirme, toprak kapları sertleştirmek vb) keşfettiğine ve onu kendi denetiminde kullandığına inanılıyor.

Anaerkillik sayesinde kadın komün üyeleri arasında özel bir konuma sahip oldu. Toprağı işleyen toplumlarda, kadın yalnızca eşit haklara sahip olmakla kalmıyor, zaman zaman yöneten bir pozisyon da alıyordu. Birçok tarım toplumunda anaerkil sistem geçerliydi. Komünün devamını sağlayan ve ayakta tutan kadınlardı. Tarımla uğraşan halklarda ana üretici kadındı. Toprağı işlemeyi akıl edenin, ilk tarım işçisinin kadınların olduğuna işaret eden birçok bilimsel bulgular var.

Tarımın kadınlar tarafından bulunduğu ve bu dönemde yukarıda sözü edilen türden bir eşitliğin var olduğu tezine Ehrenberg arkeolojik bulgular düzleminde kanıt getirmekte ve kabaca MÖ 5500 ile MÖ 4800 yılları arasında Tuna, Ren ve Orta Avrupa’nın diğer büyük nehirlerinin vadilerinde gelişmiş olan Çizgisel Çömlekçilik Kültürünü örnek vermektedir. Tarımın MÖ 8000 yıllarına dek yalnıza Eski Mezopotamya’da görüldüğüne dikkat çeken Ehrenberg, arkeolojik bulguların ayrıntılı bir incelemesini yaptıktan sonra, bu kültürün kadınların ekonomik ve dolayısıyla da politik katkısının yüksek olduğu bir toplumu işaret ettiğini belirtmektedir. Bu kadınların erkekler tarafından baskı altına alınmadığı, anaerkil bir toplumdur. Amerika kıtasında büyükana ve kızları ve onların kocaları ile çocuklarından oluşan uzun evlerde yaşayan bu topluluklarda, kadınların kararları veto yetkisi, yiyeceğin topluluğun ortak olmasından ve topluluk adına büyükana tarafından paylaştırılmasından kaynaklanmaktadır.

Uzun ev

Uzun evler, güney New England, New York, Pennsylvania ve New Jersey'de yaşayan Amerikan Kızılderililerinin çiftçi kabilelerinin çoğu için geleneksel evlerdi. New York'un taşrasındaki Haudenosaunee halkı da bunların arasındaydı. Uzun evi 20 kadar aile paylaşıyordu. Düzinelerce kişi, evcilleştirilmiş köpekleri ile bu evde yaşıyorlardı. Yemek ve ısınma dumanları yalnızca tavandaki küçük deliklerden çıkabildiğinden, uzun evler dumanlıydı. Uzun ev köyleri ormanda, genellikle su yakınında inşa edildi.

Çoğu Anadolu halkı gibi Lykia halkı anayanlı idi. Bu özellik Bellerophon söylencesinde yansımaktadır. Bellerophon, Argos’tan Lykia’ya göç etmiş, orada kralın kızıyla evlenmiş, aynı zamanda krallıkta bir miras payı kazanmıştı. Krallık ayrıcalığının evlenme hakkı olarak elde edildiği bir durumdu bu. Girit Minos halkı da anaerkil idi. Ataerkil olan Yunanca konuşan halklar Ege’ye girişlerinden sonra anayanlı soyu kabul ettiler. Kenan ülkesine yerleşmiş Yahudi kabileler göçebe ve bir çoban halk idi. Muhtemelen başlangıçta Yahudiler de anayanlı idi, fakat tarıma başladıklarında artık güçlü bir biçimde ataerkildi.

Çiftçi Toplumlar

Tarımın önemi anlaşıldıkça, nehir vadilerinde, alüvyonlu topraklarda yaşayanlar, tam zamanlı çiftçiliğe başladılar. İnsanlığın yeni bir toplumsal düzene geçişiyle birlikte kadının konumu, çiftçi toplumlarda ve hayvancılık yapan toplumlarda farklılaşmaya başladı. Üretici emekle geçinen, yani tarımla uğraşan toplulukların işçilere ihtiyacı vardı. O çağda doğum oranı çok düşük olduğu için doğurma yeteneğine, çocuk -yani işgücü- üretme yeteneğine sahip annelere son derece büyük bir önem atfediliyordu ve böylece annelik inançlarla da yüceltilmeye başlandı.

İlkçağda kadın içerikli toplumların, erkek içerikli toplumlara göre daha baskın olduğu, toprak ve kadının her türlü zenginliğin en önemli ve en temel kaynakları olarak görülerek özellikleri özdeşleştirildiği bilinen gerçeklerdir. İkisi de yaşamı üretiyor ve sağlıyordu. Ne var ki tarımla uğraşan toplumlarda kadınların baskın bir konumda olmasının nedeni, annelik özelliği değil, tersine tarım ekonomisinde temel üretici rolünü üstlenmesiydi. Doğal iş bölümü sonucu, kadın temel geçim kaynağı olan tarlaları ekerken, erkeğin ikincil geçim kaynağı olan yalnızca avcılıkla ilgilendiği sürece kadının erkeğe karşı ikincil bir konuma düşmesi ya da ona bağımlı duruma düşmesi söz konusu olamazdı. Demek ki, toplum içinde ve evlilikte haklarını belirleyen, kadının ekonomideki rolü olmuştur. Bu, tarımla uğraşan topluluklarda kadının konumuyla, hayvancılıkla uğraşan göçebe topluluklardaki kadınların konumunu karşılaştırdığımızda özellikle çarpıcı bir biçimde görülmektedir.

Tarımın kadınlar tarafından icat edilmiş olduğu ve tahıl tarımını mümkün ve verimli kılan beceri ve araçları da gene onların geliştirdikleri neredeyse tartışmasız kabul gören bir saptamadır. Bu tür topluluklarda kadınların erkeklerle eşit bir saygınlık ve statüde oldukları da anlaşılmaktadır. Ne var ki, o dönem ile günümüz arasında, en geleneksel avcı-toplayıcı ve hortikültürel(bahçecilik) toplumlar dışındaki toplumlarda kadınların statüsünün çarpıcı bir biçimde azaldığını ve birçok bölgede tarımın ve çiftçiliğin erkek işi haline geldiğini biliyoruz.

Peki bu değişiklik neden ve ne zaman meydana geldi? Bu soruya yanıt vermeden önce kesinliği belirlenmiş iki olguya değinmek gerekir;

·       Birincisi, en eski yazılı kayıtların(Sümerler) ortaya çıktığı zamanda (MÖ 3200), Avrupa’da her yerde çiftçilik esas olarak erkeklerin uğraşı haline gelmişti ve erkekler tarım arazisinin ve araçlarının sahibi durumundaydılar,

·       İkincisi, kadınların hala esas tarım üreticisi olarak kalmış oldukları yerlerde, tarım henüz bahçecilik aşamasındaydı.

 

Hayvan Yetiştiren Toplumlar - Ataerkil Düzen

11,700 yıl önce son buzul çağı sona erip, karların erimesinden sonra, stepler otlar ile dolmuştu. Bu arazilerde toprağın sertliği nedeniyle çiftçilik yapmak zordu, ama doğal bitki örtüsü hayvancılık için çok verimliydi. Ve buralarda yaşayanlar hayvan yetiştiriciliğine başladılar.

Avcılık ve toplayıcılık yapan toplumlarda kalabalık işgücüne ihtiyaç yoktu. Sürekli hareket halinde göçebe hayatı yaşadıkları için küçük çocuklar ve yaşlılar engel teşkil ediyordu. Doğum oranı çiftçi toplumlara göre oldukça düşüktü. Hatta bir komün fazla büyüdü mü beslenme sıkıntıları ortaya çıkıyordu. İnsanlık, toplanan meyvelerden ve tesadüflere bağlı avlardan beslendiği sürece kadının annelik rolüne değer verilmesi için bir neden yoktu. Çocuklar ve yaşlılar önemli bir sıkıntıydı. Onlardan kurtulmaya çalışılıyordu, yola devam edecek durumda olmayanların oldukları yerde bırakılmaları sıradan bir uygulamaydı ve zaman zaman bunların yiyecek olarak kullanıldığı da oluyordu.

Avcılık ve toplayıcılıkla geçinen komünlerden bir kısmı yabani sığır ya da at sürülerinin bulunduğu geniş otlaklarda hayvanları canlı olarak yakalayarak hayvancılığa geçiş yaptılar. Bu tür becerilere sahip olanlar özellikle erkeklerdi. Çünkü kadınlar ancak annelik görevleri olmadığında avlanabiliyorlardı.   Erkek, anne olmayan kadınlarla birlikte ava çıkarken, annelerin daha önce yakalanmış hayvanları, gözetmek ve günlük ihtiyaçların karşılanmasıyla ilgili işleri yerine getirmek üzere geride bırakılması onu bu toplumlarda ikincil role geçirdi.

Dolayısıyla hayvan yetiştiren toplulukların çoğunda kadınlar erkekle boy ölçüşecek durumda değildi.  Bunlar, kadının zayıf ve değersiz bir varlık olarak değerlendirilmesini kolaylaştırıyordu. Bir komünün hayvan mevcudu ne kadar büyürse kadın da o kadar hizmetçi rolüne itiliyor, hayvandan daha değersiz sayılıyor ve cinsler arasındaki uçurum bir o kadar büyüyordu. Hayvan yetiştiren topluluklarda komünün refahına aynı ölçüde katkıda bulunmadığı için kadının diğer yönlerde de erkekle eşit olmadığı görüşü gelişti. Göçebe yaşayan hayvan yetiştiricilerinde kadın, genel olarak artan oranda tali, bağımlı ve ezilen bir konum aldı. Ataerkil sistem, komündeki en yaşlı erkeğin reisliğinin kabul edildiği, genel olarak hayvancılıkla uğraşan göçebe halklarda gelişmiştir.

Zorunlu evlilik ve komşu komünlerden kadınların zorla kaçırılması özellikle hayvan yetiştiricisi göçebelerin uygulamalarıydı. Zorunlu evlilik, insanlık tarihinin çok uzun bir dönemine damgasını vurmuştur. Kendi komününden rızası olmadan ayrılmak zorunda bırakılan kadın, kendini özellikle çaresiz hissetmiştir. Tamamen kendisini kaçıran ya da yakalayanların hakimiyeti altındaydı. Özel mülkiyetin doğuşuyla birlikte zorunlu evlilik sık sık savaşçı erkeğin, at, sığır veya koyun biçimindeki ganimet payından imtina edip yerine esir alınan bir kadın üzerinde tam mülkiyet hakkı talep etmesine yol açtı. Yabancı bir komün tarafından esir alınmak ve kaçırılmak kadın için, tüm haklarının ortadan kaldırılması anlamını taşıyordu. Böylelikle kadın, tüm komünün ama her şeyden önce kendisini yakalayanın boyunduruğu altına alınan, hiçbir hakkı olmayan bir konuma getiriliyordu.

Kadın, ekonomik sistemin ana üreticisi olduğu çiftçiliğin ilk dönemlerinde büyük bir saygı görüyor ve büyük haklara sahip oluyordu. Ne var ki emeği, ekonomik sistem için tali bir önem taşıdığı hayvancılık yapılan toplumlarda, zamanla bağımlı ve haklardan yoksun bir konuma geliyor, erkeğin hizmetçisi hatta kölesi haline geliyordu.

 

Çiftçi Toplumlarda İkincil Ürünler Devrimi ya da Erkeklerin Egemenliği Ele Geçirişi

Yiyeceğin depolanmasının keşfedilmesi, av hayvanlarının azalması, erkeğin tehlikelerle dolu avcılıktan vazgeçerek eve dönmesini sağladı. Anaerkil düzen, kadının topluluk için vazgeçilmez rolleri üstlenmesi temelinde şekillenmişti. Erkeğin eve dönüşü sonrasında bu konum yavaş yavaş geriledi. Tarımcılığın gelişmesi, dolayısıyla daha yoğun emek gerektirmesi, erkeğin de bu çalışmaya dahil olmasını şart kılıyordu. İlerleyen zamanlarda hayvanların evcilleştirilmesi, inek, koyun, keçi, domuz gibi hayvanların yetiştirilmeye başlanması sonrasında erkek sadece belirli dönemler için değil kalıcı olarak eve döndü.

İlk başlarda erkekler daha çok kas gücü gerektiren görevleri üstlenmiş uzmanlık gerektiren konular kadınların hakimiyetinde kalmıştır. Yani erkekler işçi, kadınlar ise yönetici konumundaydı. Zamanla erkekler üretim tekniğinde uzmanlaşarak bu eksikliklerini giderdiler. Tarımda ve hayvancılıkta yükün büyük bir bölümünü zaten onlar çekiyordu. Sonuç olarak erkeğin eve dönüşü, topluluk yaşamında çok daha etkin bir rol üstlenmesiyle toplumsal statülerde tamamıyla değişikliğe uğradı. Temel üretici haline gelen erkek, evde ve toplum yaşamında kadını geri plana iterek lider-şef pozisyonunu aldı.

Kadın ve erkeğin birlikte çiftçilik yapması üretimde artı bir değer yaratmış bu da insanların genel refah düzeyini artırmıştı. Engels’e göre;

‘Servetlerin çoğalması, bir yandan aile içinde erkeğe kadından daha önemli bir konum kazandırmış, bir yandan da geleneksel miras düzenini çocukların yararına değiştirmek için bu güçlenmiş konumdan yararlanma dürtüsünü üretmiştir. Ama bu, soy konusu analık hukukuna göre geçerli olduğu sürece olanaklı değildi. Öyleyse bunun da değiştirilmesi gerekliydi ve değiştirildi. Bu iş bugün bize göründüğü kadar zor değildi. Gelecekte erkek üyelerinin çocuklarının oymakta kalmasını, kadın üyelerin ise bu oymaktan çıkarılarak babalarının oymağına gelmesini kararlaştırmak, bu iş için yeterliydi’ (Engels-Kadın ve Aile-syf:168-169)

‘Anaerkil hukukun yıkılışı, kadın cinsinin büyük tarihsel bozgunu oldu. Erkek evde de egemen oldu; kadınsa eski mevkiinden düştü, boyun eğdi; erkeğin zevkinin kölesi, basit bir çocuk doğurma aleti haline geldi. Kadının bu aşağılık durumu giderek allanıp pullandı, yumuşak biçimlere büründü, kimi zaman düzenbazlıklarla gözlerden saklandı; ama hiçbir zaman ortadan kalkmadı.’ (F. Engels-Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni )

MÖ 3000 ve 4000 yılları arasında Eski Mezopotamya toplumlarının yaratılış öykülerinde değişiklikler meydana gelirken, toplumun kendisinde de bazı toplumsal ve ekonomik değişmelerin yaşandığı bilinmektedir. Saban tarımının gelişmesi ve onunla birlikte güçlenen militarizmin, akrabalık ve toplumsal cinsiyet ilişkilerinde önemli değişmelere (kadınların kabileler arasında değiş tokuş edilmesi), bunun giderek kadınların nesneleşmesine yol açması ve bu olgunun köleliğin ortaya çıkışını kolaylaştırması, söz konusu toplumlarda güçlü krallıkların ve ilk devletlerin doğuşu da dinsel inanç ve mitoslarda değişiklikler yarattı.

Her üç tek tanrılı dinin-Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet- doğduğu Ortadoğu bölgesinde, kadınların ikincilleşmesi olgusunun kurumsallaşması, kent devletlerinin ortaya çıkmasıyla gerçekleşmiş gibi görünmektedir. Kadınların var olan toplumlardaki ikincil statüsünü biyolojiye ve doğaya dayandıran, dolayısıyla bunun ezeli ve ebedi değişmez bir olgu olduğunu öne süren görüşlerin aksine, arkeolojik ve diğer kanıtlar, kent devletlerinin ortaya çıkışından önce kadınların konumunun yüksek olduğuna işaret etmektedir.

Tarımın erkeklerin egemenliğine geçmesi, neolotik (cilalıtaş devri MÖ 8000-5500) dönemin ilk aşamaları ile yazılı belgelerin ortaya çıkışı arasındaki bir zamanda meydana geldi ve muhtemelen tarih öncesi Avrupa’sındaki tarım ekonomileri içinde hayvanların değişen rolüyle ilgiliydi. Antropologlar, tıpkı sabanın kullanılmadığı ilkel tarımcılık ile kadınların önemi ve bunun sonucu olarak yüksek statüsü arasında sıkı bir bağ bulunması gibi, saban tarımı ile babasoyluluk ve ataerkil arazi mülkiyeti arasında çok önemli bir ilinti olduğunu ortaya koymuşlardır. Aile yapısında, zenginlik ya da mülkiyet örüntülerinde meydana gelen bu değişimler, arkeolojik çalışmalarla yerleşim yerlerinde, höyüklerde ve mezarlarda izlenebilmektedir.

Tarımda can alıcı değişmelerin, aşağı yukarı MÖ 4000-3000 yıllarında meydana geldiği sanılmaktadır. Demek ki Yakın Doğu’da tarımın başlamasından yaklaşık beş bin yıl sonra, Andrew Sherrat’a göre, erken neolotik çağda da evcil hayvanlar bulunmakta birlikte, bunlar o dönemde yalnızca etleri için besleniyordu. Süt ve süt ürünleri tüketimi önemli olmadığı gibi, hayvanların tarımda ve araba çekmekte kullanılması söz konusu değildi. Bütün bunlar daha sonra ortaya çıktı ve yalnızca tarımsal verimlilikte devrim yaratmakla kalmadı, aynı zamanda tarım için gerekli emek miktarını azalttı. Ayrıca, evcil hayvanların eskisine göre daha fazla önem kazanmaları da vahşi hayvanların avlanması ihtiyacını azaltmış olmalıdır. İş dengesinin, yarı avlanma, yarı bahçecilikten karma tarıma dayalı bir ekonomiye doğru değişmesi, beraberinde kadın ve erkeklerin rol ve görevlerinde de bir değişiklik getirdi. Mezopotamya’daki kil tabletler ve silindir mühürler üzerinde saban ve arabaların ilk ortaya çıkışı MÖ 4000 dolaylarına tarihlenmektedir ve her ikisi de 500 yıl gibi görece kısa sayılacak bir sürede Avrupa’ya yayılmıştır. Bu süreç içinde hayvanların sütünden yararlanılması, sütlü ürünlerin (peynir, yoğurt vb) imal edilmesi, aynı zamanda da yünün iplik ve dokumaya dönüştürülmesi gerçekleşti. Dokumacılık neredeyse evrensel olarak bir kadın uğraşıdır. Belki de diğer işler ağırlıklı olarak erkeklere devredilmeden, dokumacılığın geliştirilmesi mümkün olmamıştır. İkincil ürünler devrimi, aynı zamanda birçok başka işte uzmanlaşılmasını da gerektirdi. Böylece erkekler, giderek avcılığa daha az zaman ayırıp, çiftçilikle uğraşmaya başladılar ve nihayet tarımı tümüyle devraldılar.

Günümüzdeki hortikültürel(bahçecilik) toplumların toplumsal örgütlenme kalıbı, yoğun tarım yapan toplumlarınkinden çok farklıdır ve en önemli fark da kadınların durumundadır. Bu gözlem de kadınların statüsünün, geç neolitik dönemde erkeklerin tarımsal işlerin büyük kısmını devraldıkları sırada, önemsizleştiği savını destelemektedir. İkincil ürünler devriminin bir diğer toplumsal sonucu, anasoyluluktan babasoyluluka geçiştir. Erkek egemen çiftçilik ile babasoyluluk arasında çok sıkı bir etnografik bağ vardır.

Bir başka önemli gelişme ise, tarımın gelişmesinin bir dizi bağlantılı zanaatın gelişmesine yol açması, bunun da maddi zenginliği, örneğin çiftçilik ve yiyecek işleme araçları ile dayanıklı kapları artırmış olmasıdır. Bu araçlar ve evcilleştirilmiş hayvanlar, biriktirilebilir ve bir kuşaktan diğerine aktarılabilir bir zenginliğe dönüşür ve böylece özel mülkiyetin ve toplumsal tabakalaşmanın ortaya çıkışının zeminini hazırlar. Bir zamanların eşitlikçi gezici topluluklarında, zenginliğin bazı aileler içinde kuşaktan kuşağa aktarılmasıyla bir zengin-yoksul farklılaşması doğar ve zenginler, hizmet karşılığında yoksul ailelere bazı malları ödünç vererek güç kazanırlar. Yoksular ise, zengin ailelere giderek daha fazla borçlandıkça kendi adlarına artı ürün elde etme olanağından ve zamanından yoksun kalırlar ve böylece kısırdöngü başlamış olur. Bu sürecin yalnızca zenginlik açısından değil, aynı zamanda güç ve statü açısından da sürekli hiyerarşiler yaratacağını düşünmek zor değildir. Bu aynı zamanda, bir toplumun yalnızca maddi zenginlik ve araziyi değil, insanların zihinsel ve maddi çevresini oluşturur. Artık bir çocuğun, ana-babasının borçlu olduğu bir aileye emek sağlamak için ya da bir kadının gene aynı nedenle çalışmak ve fazladan çocuk üretmek için verilebilmesini düşünmek ve uygulamak mümkündür. Bunun ilerlemiş şekli köleciliktir.

Bu tür temelli değişikliklerin yavaş mı, yoksa hızlı mı gerçekleştiği bilinmiyor. Ancak bilinen, bu süreç içinde kadınların ikincil işlerle görevlendirildikleri ve neolitik dönemin sonuna gelindiğinde statülerini korumak için kullanabilecekleri kişisel kaynakların giderek azaldığıdır. Neolitik dönemin başlangıcında kadınlar için öylesine olumlu bir adım olan tarımın keşfinin, aynı dönemin sonunda onlar için önceden kestirilemeyecek talihsiz sonuçlara yol açtığı anlaşılmaktadır.

Kadının ekonomik üretimde ve dağıtımda oynadığı rol ile toplumsal statüsü arasında sıkı bir bağ vardır. Paleolitik (Yontma taş devri 2,5 milyon yıl - MÖ 12 bin yıl) ve mezolitik (Orta Taş Çağı MÖ 10.000-8.000) dönem gezici(avcı-toplayıcı) toplumlarında, kadınların yiyeceğin esas bölümünü elde ediyor olmalarının getirdiği yüksek bir değer var. Bu durum, neolotik dönemin ilk evrelerinde, yani bahçe tarımının egemen olduğu dönemde de devam ediyor. Ancak daha sonra, hayvancılığın gelişmesi ve saban kullanımı ile birlikte erkekler giderek tarımda ve hayvancılıkta egemen oluyorlar ve yiyecek üretiminde de çiftçilik ön plana geçiyor. Kadınların yiyecek üretimindeki rollerinin azalması, statülerinin düşmesine yol açıyor. Kadın üretimde rol oynamazsa toplumda statü kazanması da mümkün değil. Erken Tunç Çağı’nın (MÖ 3000-2000) köy hayatı yaşayan tarımcı toplumlarında kadınlar birincil yiyecek üretiminde pek az rol oynuyorlardı ve erkekler tarafından daima ikincil sınıf vatandaşlar olarak görülüyordu. Tunç Çağı’ndan sonra kadınlar daima ikincil sınıf vatandaşlar olarak kabul edildiler ama bunun derecesi yere ve zamana göre elbette farklılık gösterdi. Kadınların toplumsal statüsü çok uzun zamandır düşük olsa bile, paleolitik ve mezolitik dönem gezici topluluklarının, neolitikten bu yana geçen yaklaşık 12 bin yıldan yüz binlerce yıl daha uzun sürdüğünü de unutmamak gerekir. Dolayısıyla insanlık tarihi boyunca kadınların büyük çoğunluğunun yakın zamanlardaki statülerinden daha yüksek bir statüde, muhtemelen erkeklerle eşit bir statüde yaşamış olduklarını öne sürmek mümkündür.

 

 

 

 

 

 

Popular posts from this blog

İTHAF

8. KYBELE’YE NE OLDU?