2.KADININ DEĞİŞİK TOPLUMLARDAKİ YERİ
Hepimizin Anası Toprak
Neolitik çağda Ortadoğu
bölgesindeki toplumlarda, Ana Tanrıça kültünün geçerli olduğu ve aşağı yukarı
MÖ 2000 yılına dek varlığını sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Kadınların ana olarak
kutsallığı Paleolitik (yontmataş) dönemde de bilinmekle birlikte, tarımın
bulunması bunu önemli ölçüde artırmış olmalıdır. Artık toprağın verimliliği,
kadının doğurganlığına bağlanmaktadır. Ünlü din tarihçisi Mircea Eliade’ye
göre, ‘Beslenmeye yönelik bitkileri ilk kez kadın yetiştirmiştir. Tabii ki,
toprağın ve hasadın sahibi haline gelen odur. Kadının büyüsel-dinsel prestiji
ve buna bağlı olarak toplumsal üstünlüğü, kozmik bir modele sahiptir: Toprak
Ana’.
Bu Toprak Ana yaşamı tek başına
yaratma gücüne sahiptir; bir bütün oluşturan evren üzerinde egemendir. Bunun
yanında yaşam ile ölümü tek başına simgeleyen ve yaşamla ölümün aynı sürecin
iki yüzü olduğu düşüncesini kendinde cisimleştiren de odur. Tıpkı sonradan onu
izleyecek olan tek(erkek) tanrılı dinlerde Baba Tanrı’nın yaptığı gibi, o da
evreni döllenmesiz filizlenme ile yaratır. Ölülerin, verimlilik ve tarımla
ilişkili oldukları yolundaki inanç (ölüler de tohumlar gibi toprağa
gömülürler), bir kez daha, Ana Tanrıça’nın (Toprak Ana) her şeyden güçlü
olduğunu gösterir ve buna bağlı olarak kadının saygınlığı artar. Bereket
ayinleriyle, ölüm ayinleri sıkıca örtüştükleri için de kadınların tarımsal
etkinliği sırasında yaşamın yeniden doğduğuna inanılır.
Tanrıçanın egemenliğinin ve aynı zamanda kadının yaşamı üreten yaratıcılığının yüceltildiği en eski yaratılış mitosları, kadın doğurganlığının kutsanıp yüceltildiği eski tapınma biçimlerinin ifadesidir. Doğadaki en önemli ve gizemli güç, yeni bir yaşam yaratan can verme gücüdür. Yaratılış öykülerindeki belli başlı açıklayıcı metaforlar ve simgeler her inanç sisteminin yanıtlamak zorunda olduğu şu üç temel soru çevresinde kümelenmektedir.
- Yaşamı yaratan kimdir?
- Dünyaya kötülüğü getiren kimdir?
- İnsanlar ile doğaüstü güç(ler) arasında ilişki kuran kimdir ya da başka bir deyişle tanrı(lar) kiminle konuşur?
MÖ 4000 yıldan itibaren mitoslar,
ritüeller ve yaratılış öykülerinde evrensel olarak egemen figür Ana
Tanrıça’dır. Ana Tanrıça kültleri, yaşamı kim yaratır sorusuna, ‘Ana Tanrıça ve
onun cisimleşmesi olan Kadın’ yanıtını verirler. Özellikle MÖ 4000 yıldan
itibaren tanrıça figürleri sütunlar ya da ağaçlar arasında; keçiler, yılanlar
ve kuşlarla çevrili olarak resmedilir. Yumurtalar ve bitki sembolleri de onunla
ilişkilendirilir. Bunlar tanrıçanın, bitkiler, hayvanlar ve insanlar için bir
bereket ve üretkenlik kaynağı olarak görüldüğüne işaret eder. Tanrıçanın ay ile
olan ilişkisi, onun doğa ve mevsimler üzerindeki mistik gücünü simgeler. Ana
Tanrıça kültünde yansıyan inanç sistemi, tek tanrıcı ve her varlığın teker
teker maddi varlığının ötesinde bir de ruha sahip olduğunu kabul eder; yeryüzü
ile yıldızlar, insanlar ile doğa, doğum ile ölüm arasında birlik vardır ve
bunların tümü, Ana Tanrıça’nın kişiliğinde somutlanır. Ana Tanrıça,
çelişkilerin birliğini ve her an birbirlerine dönüşebilme potansiyellerini temsil
eder.
Yaratılışla ilgili her şey onda
cisimleştiği için, tanrısallık, yaratılışla ilgili tüm güçleri kendinde toplar.
Tanrıçanın aynı anda hem bakireliği hem de analığı yüceltilir. Örneğin Asur ve
Babil Tanrıçası İştar, cinselliğini cömertçe sunan fahişelerin koruyucusu ama
aynı zamanda da tanrıların bakir gelini olarak tanımlanır. Karşıtmış gibi
görünen bu özellikler, eskiçağ insanı için birbirleriyle bağdaşmaz şeyler
değildir. Tanrıçanın bağrında taşıdığı dualizm, doğada gözlenen
dualite(gece-gündüz, doğum-ölüm, aydınlık-karanlık) içindeki birliğin bir
yansımasından ibarettir. Günümüzde aşkın sembolü olan kalp şekli aslında bir
bereket, aşk ve seks tanrıçası olan İştar'ın kalçalarını simgeler.
Yaratıştan Kutsal Birleşme’ye
İlk devletlerin ortaya çıkmasıyla
Ana Tanrıça figürünün öneminin azalıp yanındaki erkek eşin/oğulun öneminin
arttığını sonra da bu eşin kendi egemenliğini kurduğunu; daha sonra bu erkek
tanrının, fırtına tanrısıyla birleşip kaynaşarak bir tanrılar ve tanrıçalar
panteonuna başkanlık eden Yaratıcı Tanrı’ya dönüştüğünü görürüz. Bu aşamada
hala yaşamı yaratan ve ölüme egemen olan Ana Tanrıça’dır; ancak soyun
üretilmesi sürecinde erkeğin işlevi artık daha açıktır.
Mısır’da olduğu gibi, Tanrıça,
genç tanrı ile cinsel birleşme kurmadan ve bu tanrı ölüp, daha doğrusu ritüel
gereği öldürülüp (ki bu kurban geleneğinin de başlangıcıdır) yeniden
dirilmeden, mevsimlerin yıllık döngüsü başlayamaz. MÖ 4000 ve 3000 yıllarında,
çok çeşitli toplumlarda benzer biçimlerde kutsanan Kutsal Birleşme (Hieros
Gamos) ve benzeri yıllık bereket törenleri işte bu inanç sistemini yansıtır.
İki cinsli kutsal çift, üremeyle ilgili düşüncelerin değiştiğinin kanıtıdır;
üremenin salt kadın cinsine özgü bir olay olarak görüldüğü dönem artık
kapanmıştır.
Nitekim MÖ 3000 yılının
başlangıçlarında, yaratılış efsanelerinde bir değişiklik göze çarpmaya başlar.
Ana Tanrıça artık tanrılar panteonunun başındaki yerinde görünmez olur. Bu
önemli değişiklik güçlü kralların yönetiminde arkaik (Antik devletler öncesi)
devletlerin ortaya çıktığı döneme rastlar. Tanrıça yerini, fırtına ya da
yıldırım tanrısı olan bir erkek tanrıya (Zeus) bırakır; o da giderek daha
fazla, yeryüzündeki krala benzemeye başlar. Sümerolog Samuel Noah Kramer,
tanrılar panteonundaki bu hiyerarşi değişikliğini, belirli tapınaklara, belirli
kentlere ve belirli yöneticilere bağlı din adamı rahiplerin artmakta olan
etkisine bağlamaktadır. Bu rahipler, toplumda yazıyı bilen tek grup olarak
artık efsaneleri kendi siyasal amaçlarına hizmet edecek biçimde değiştirmeye
başlamışlardır. Nitekim daha önce evrenin yaratıcısı ve tanrıların anası olarak
tapınılan Sümerlerin Ana Tanrıçası Nammu’nun adını, Tanrılar Listesinden
siliverirler. Artık yazının bilindiği ve bu bilginin de tapınak rahiplerinin
tekelinde olduğu bir aşamada, bir kez daha bilgi ile iktidar arasındaki
ilişkiyi anımsıyor ve içinde yaşadığımız ileri teknoloji çağındaki medya
egemenliğinin köklerinin Eski Mezopotamya’nın yetenekli rahiplerinin bilgiyi
ideolojiye dönüştürerek kendi amaçları için kullanan başarılarında yattığını
görüyoruz.
Bu süreç içinde üstünlüğünü
yitirmekle kalmayıp aynı zamanda çoğunlukla evcilleşerek baş tanrının annesi ya
da karısı rolüne giren Ana Tanrıça gene de esrarlı bir biçimde kendisine ayrı
bir varlık ve kimlik edinerek halk dininde gücünü sürdürmeyi başarır ve ona
tapınılmaya devam edilir. Eski Ana Tanrıça kültleri, fetihler ve işgaller
yoluyla bölgeden bölgeye yayıldıkça buralardaki benzer tanrıça kültleriyle
birleşirler ve onların özelliklerini kendilerinde eritirler.
Mısır tanrıçası İsis, Ana Tanrıça
kültünün bu yayılma ve sentez özelliğinin iyi bir örneğidir. En eski dönemde
Tahttaki Kadın olarak kutsal egemenlik ve bilgi kaynağı olan İsis, daha sonra
anneliğin ve sadık zevceliğin prototipi haline gelir. Helenistik dönemde ise
ona Greko-Romen dünyasının Magna Mater’i olarak tapılırdı ve İsis kültü, pek de
şaşırtıcı olamayan bir biçimde özellikle kadınlar arasında yaygındı.
Her türlü özelliği kendisinde
toplayan hem iyilik hem kötülük getirme hem yaşatma hem öldürme gücü olan hem
ana ve koruyucu hem de bakire ve savaşçı olan Ana Tanrıça’nın çeşitli
özellikleri birbirinden koparılır ve farklı tanrı ve tanrıçalara, giderek de
tek bir erkek tanrıya, sonra da gene erkek bir tanrı kavramına aktarılır. Bu
dönüşüm, Ana Tanrıça‘ya tapınılan toplumlarda, ekonomik ve toplumsal
ilişkilerle birlikte cinsiyet ilişkilerinde de meydana gelen değişikliklerle
yakından ilgilidir ve giderek güçlenen erkek üstünlüğünün ve buna paralel
olarak kadınların statü kaybetmesinin ideolojik alandaki göstergelerden
biridir.
Dölleyici Söz’ün Kudreti
‘Çünkü erkek, kadından değil;
fakat kadın erkekten yaratıldı’ Tekvin, Bap 2:23
MÖ 2000’in başından itibaren Eski
Mezopotamya dinsel düşünüşüne yeni bir kavramın girdiği görülür. Adı olmayan
hiçbir şey var olamaz; ad varoluş demektir. Eski Mezopotamya inanç sisteminde
ad vermenin derin bir anlamı vardır. Ad onu taşıyanın özünü yansıtır, aynı
zamanda sihirli bir güce sahiptir. Yeni bir güçle donanan kişiye yeni bir ad
verilir. Hıristiyanlık dünyasında papa seçilen piskoposun yeni bir ad almasıyla
Kralların tahta geçince yeni ad almaları bu gelenekten gelir.
Tüm yaşamın yaratıcısı olarak görülen ve yaşamın kaynağı olarak tapınılan kadın doğurganlığının gizemli gücü, artık yerini, bilinçli bir yaratma eylemine bırakmaktadır. Bu kavrayışın ortaya çıktığı dönem, yazının keşfedildiği dönemdir. Kayıt tutma ve simge sistemlerinin geliştirilmesi, soyutlama gücünün gelişmesini gösterir. Soyutlama ve simge yaratma yönünde atılan bu adım, tek tanrılığa giden yolun da ön koşuludur.
Geçiş aşaması, varlıklara can üfleyen fırtına tanrısını betimleyen yaratılış efsanelerinin uydurulmasıyla kendini gösterir. Bu yeni ulaşılan yaratım anlayışını cisimleştirecek bir tek(erkek) tanrı imgesine ise, ancak toplumda meydana gelen ve krallık ile askeri liderliği ön plana çıkaran tarihsel gelişmeler sonucunda varılır. Bu süreç bin yıldan uzun sürer ve Kutsal Kitap’ın Tekvin bölümünde doruk noktasına ulaşır.
‘Ve Tanrı dedi: Işık olsun ve
ışık oldu (Bap 1:3)
Artık yaratan Tanrı’nın sözü,
Tanrının soluğudur. Tanrı tarlalardaki hayvanları ve gökteki kuşları yaratır ve
onları Adem’e getirerek her birine ad verilmesini ister. Dolayısıyla tanrısal
soluk can verir. Ve Tanrı bu adlandırma kudretini Adem’e tanır. Adem bütün
varlıklara ad koyduğu gibi kadına da adını koyar. Tanrı Ademin kaburga
kemiğinden kadını yaratır. Bu anlayış ingilizce de erkek ve kadın sözcüklerinde
de kendini gösterir, kadın sözcüğü(woman) erkek sözcüğünden(man) türetilmiştir.
‘And the man said: This is now
bone of my bone and flesh of my flesh; she shall be called Woman because she
was taken out of Man’ (Tekvin, 2:20-23)
Kutsal kitaptaki yaratılış
öyküsüne, Sümer yaratılış efsanesinin birçok öğesi, ya olduğu gibi ya da
dönüştürülerek dahil edilmiştir. Sümer öğeleri arasında yasak meyvenin yenmesi,
hayat ağacı kavramı ve tufan anlatısı vardır.
Adem ve Havva
Kutsal kitaptaki cennet bahçesi
betimlemesi de dört büyük ırmakla çevrili Sümer yaratılış bahçesinin
benzeridir. Ana Tanrıça Ninhursag, cennet bahçesinde sekiz harika meyve
ağacının yetişmesine izin verir; ancak tanrıların bu ağaçların meyvelerini
yemeleri yasaktır. Gene de su tanrısı Enki bu yasak meyveden yer ve Ninhursag
tarafından ölüme mahkûm edilir. Bu mahkûmiyet kararına uygun olarak Enki’nin
sekiz organı hastalanır. Ormanın zeki hayvanı tilki, Enki adına tanrıçadan
bağışlanma diler, o da kararını geri alarak her hasta organ için özel bir ilah
yaratır. Sıra kaburga kemiğine gelince Tanrıça, ilahi kadına ‘Nin-ti seni
kaburgadan yarattım’ der. Burada ilginç olan Sümer dilinde Nin-ti sözcüğünün
iki anlamı olmasıdır: Birincisi ‘kaburganın dişi egemeni’, ikincisi ‘yaşamın
dişi egemeni’. İbranice de Havva ‘yaşamı yaratan dişi’ anlamına geliyor ki, bu
da Sümer efsanesindeki Nin-ti ile Kutsal Kitap’taki Havva arasındaki ilintiye
işaret etmektedir. Nin-ti sözcüğünün iki anlamı olduğu çok sonradan anlaşıldı.
Kutsal kitap doğrudan İbranice’den değil, İbraniceden Yunancaya tercümesinden
yazıldığı için kadın ile kaburga arasında talihsiz bir ilişki kurulmuş olur. Tümüyle
bir tercüme hatası.
Antik Mısır’da Kadın
Mısır, kadınlarına antik
uygarlıkların hepsinden daha iyi davranmıştır. Kadınlar yalnızca çok özel
durumlarda Firavun olabilmelerine karşın kanunlar karşısında erkekler ile
eşitti. Emlak, arazi sahibi olabilir, borçlanabilir, sözleşme imzalayabilir,
boşanma davası açabilir, mahkemelerde şahit olarak bulunabilirdi. Sevgi ve
duygusal desteğin evliliğin en önemli koşulu olduğuna inanılırdı. Mısırlılar
çocukları potansiyel bir işçi ya da yardımcı olarak değil bir insan olarak sever
ve yetiştirirlerdi.
Mısır’lı bir kadın
Atinalı erkekler 30’undan sonra
daha kolay kontrollerine alabilmek için henüz dünyayı tanımamış genellikle yarı
yaşlarında kızlarla evlenmelerine karşın Antik Mısır’da tam tersine erkekler ve
kadınlar için evlilikte aşk ve etkileşim önemliydi. Boşanmayla ilgili kayıtlar
olmasına karşın evlilik törenlerine ilişkin hiçbir kayıt yoktur. Muhtemelen
evlilik töreni yapılmıyordu. Bilinen en eski Mısır evlilik sözleşmesi Yeni
Krallıktan çok sonraya MÖ 7. yüzyıla adreslenir.
Fakir halk kesiminde çoğunluğun
tek karısı olmasına karşın zenginlerin ve Firavunların haremi olurdu. Mısır
Firavunu III.Amenhotep'in hareminde 300'den fazla genç kız bulunduğu
bilinmektedir. Mısır’da boşanmaya pek ender rastlanırdı. Eğer boşanmaya sebep,
kadının bir başka erkekle ilişki kurmasıysa, koca, karısını boşar ve hiçbir şey
vermezdi. Ama bir başka sebeple onu terk ediyorsa servetinin bir kısmını
boşadığı eşine bırakırdı. Çok eşlilik toplumda yaygındı. Özellikle yüksek çocuk
ölüm oranı dolayısıyla her cinsiyetten Mısırlının birden fazla eşi olurdu.
Harem evde kadınların yaşadığı alandı. Genç kızlara ek olarak anne, büyükanne,
özgür kadın hizmetçiler, kadın köleler bu bölümde yaşardı. Değişik boyutlardaki
evler kerpiçten yapılır, çatıları düz olurdu. Oturma odasının arkasında ebeveyn
yatak odası ve mutfak bulunurdu. Mutfağın altındaki bodrumda ise kiler olurdu.
Son bulunan firavun
mezarlarındaki resimlerde Eski Mısırlı kadınların siyah saçlı, uzun boylu, düz
burunlu oldukları görülüyor. Çocukların doğdukları zaman ciltleri beyaz
oluyordu. Ama çok geçmeden Mısır'ın kavurucu güneşinin etkisiyle renkleri
koyulaşıyordu. Kadınların en güzel tarafları iri siyah gözleri, son derece
biçimli yüzleriydi. Kadınlar, bu güzelliklerini mücevherat ve makyajla
tamamlamakta pek hünerliydiler. Piramit duvarlarını süsleyen resimlerde, Eski
Mısırlı kadının yaptığı makyajın günümüzdeki makyaja çok benzediği hayretle
görülmektedir. Mısırlı kadın yanaklarını, dudaklarını, tırnaklarını boyar,
saçlarına kokulu yağlar sürerdi. Heykellerde bile kadınların gözlerini boyalı
olduğu fark edilmektedir.
Mısırlı kadın daha da güzelleşmek
için siyah kalemle gözlerini ve kaşlarını çeker, bir anlamda far sürer, peruk
kullanır, mücevher takardı. Altın başta olmak üzere değişik madenlerden yapılan
gerdanlıklar usta sanatçıların elinden çıkmış, güzellik, incelik ve zevk ürünü
eserlerdi. Kadınların başlarına taktıkları peruklar günümüzdeki gibi doğal
saçtan değil, papirüs liflerindendi. Kadınlar başlarına peruk takmadan önce,
hoş kokulu bir merhem sürerlerdi. Bunun görevi, sıcağın etkisiyle eriyerek
etrafa hoş kokular salmasıydı. Eski Mısır'da kadının en çok sevdiği renk sarı
idi. Belden aşağısını örten kumaşlar da genellikle sarı renkte olurdu. Açıkta
bıraktıkları göğüslerini çeşitli mücevherlerle süsler, kollarına da altın,
gümüş, tunç ve fildişi bilezikler takarlardı. Ayak bileklerine bilezik takmak
da zaman zaman moda olurdu. Mücevherlerin çoğu "Lacivert Taşı"
denilen bir taştan, kan taşından ya da Mısır'da oldukça bol bulunan mercan
taşından olurdu.
Mısırlı çocuklar kız olsun, erkek
olsun çıplak dolaşırlardı. Ta ki büyüyüp ergenlik çağına gelinceye kadar.
Hizmetçiler, halk tabakası ve köylüler, sadece kısa bir etek kuşanırlardı. Eski
Krallık devrinde kadınlar da erkekler gibi bellerine kadar çıplak gezerlerdi.
Bunların giyimi göbeklerinden dizlerinin hemen aşağısına kadar uzanan beyaz bir
eteklikten ibaretti. Refah seviyesi artıp kumaş bollaşınca birinci etek üzerine
ikinci bir etek örtülmeye başlandı. Göğsün örtülmesi ancak çok sonraları
imparatorluk zamanında gerçekleşti. O çağda kadınlar da erkeklerle birlikte
gezer, yer içerdi. Yine piramit duvarlarında bulunan resimlerde tek başına
dilediği yere giden, serbestçe alışveriş yapan kadınlara rastlanmaktadır.
Doğuda bugün de olduğu gibi, Eski Mısır'da da oldukça genç yaşta evlenilirdi.
15 yaşına gelmeden erkekler de kızlar da evlenip yuva kurarlardı. Erkeklerin
ayrıca nikahsız eşleri de olabilirdi. Ama kanun nazarında bütün haklar, nikahlı
eşine aitti.
Mısır kültüründe en önem verilen
hayvanlardan biri olan kedi, kadın hayatında oldukça büyük bir yer tutardı.
Üstün yaratık olan kediyi tanrıça Bastet yerine koyan kadınlar sürekli onun
gibi olabilmek için kedi yürüyüşünü taklit eder, onun gibi makyaj yaparlardı.
Eski Mısır’da ilk önceleri evlilik sadece üst tabaka kadınlara hak olarak
verilirdi, böylece mumyalanarak gömülme hakları da oluyordu. Kocası tarafından
kötü davranılan kadının babası tarafından geri alınma hakkı bulunurdu hatta
çeyizini geri isteme hakkı da. Deneme evliliği denilen birkaç yıl süren
evlilikler Mısır’da oldukça yaygındı. Kardeş kardeşe evlenmek saraya özgüydü,
ayrıca kadınların da boşanma hakkı vardı.
Eski Ahit’e Göre İbrani Yazıtlarında Kadına Bakış
İbraniler’de Antik dönemde kadınların davranışları oldukça
sınırlandırılmıştı. İbrani yazıtlarına göre;
·
Bekar kadınlar babalarının, evli kadınlar
kocalarının izni olmadan evden ayrılamazlardı.
·
Kadınlar aile yaşamında hemen hemen hiçbir şeye
yetkili değildiler.
·
Kadınlar mahkemede tanıklık edemezdi.
·
Kadınlar kamuya açık alanlarda bulunamazdı.
·
Kadınlar tanımadığı kişilerle konuşamazdı.
·
Bir erkek istediği kadar kadını kendisine eş
olarak alabilirdi.
·
Kadın babanın malı sayılır, evlenince sahiplik
kocaya geçerdi.
·
Bir baba kızını köle olarak satabilir. Erkek bir
köle 6 yıldan sonra özgür olurken kadın köleler ölünceye kadar köle kalırlardı.
·
Oğlan doğuran bir kadın 7 gün kirli kabul
edilirken kız doğuran bir kadın 14 gün kirli kabul edilirdi.
·
Bir aylıktan beş yaşına kadar bir erkek çocuk 5
gümüş shekel(İbrani para birimi) ederken kız çocuk 3 gümüş shekel etmekteydi.
·
Nüfus sayımlarında erkek çocuklar bir aylıktan
itibaren sayılırken, kızlar ve kadınlar nüfus sayımlarına dahil edilmezdi.
Musa, Tanrının kendisine ilettiği
miras ile ilgili kuralları şöyle açıkladı: Adam ölünce tüm mirası oğluna
kalır, kızı hiçbir şey alamaz. Eğer oğlu yok ise o zaman miras kızına kalır.
Eğer çocukları yoksa miras erkek kardeşine kalır, ölen adamın kız kardeşleri
bir hak iddia edemez. Eğer erkek kardeşi yoksa miras en yakın erkek akrabasına
gider.
·
Kadınlar evlilik öncesinde bakire olmalıydılar.
Bakire olmayanlar taşlanarak öldürülürdü.
·
Tecavüze uğramış bekar kadın tecavüzcüsü ile
evlenmek zorundaydı.
·
Boşanma süreci kadın tarafından değil yalnızca
erkek tarafından başlatılabilirdi.
·
Bir kadın dul kalırsa kayınbiraderi ile evlenmek
zorundaydı.
·
Kadınlar evden dışarıya çıktıklarında tesettüre
girmeli, iki kat örtünmeliydiler.
·
Kadınlar din görevlisi olamazlardı.
·
Erkeklerin yeminleri bağlayıcı kabul edilmesine
karşın kadınların yeminleri babaları, evliyseler kocaları tarafından
bozulabilirdi.
Antik Yunan’da Kadın
Atina dahil birçok Yunan şehrinde
kadınların çok az hakları vardı. Yunanlı bir kız için evlilik, ergenlikten
hemen sonra, kendisinden 10-15 yaş büyük bir erkekle yabancı bir evde yaşamaya
başlamasından ibaretti. Gelinin ailesi çeyiz hazırlamak zorundaydı. Çeyizin
tamamen damadın kontrolüne geçmesiyle evlilik resmiyet kazanırdı. Gelin resmi
bir şekilde damat ve en yakın arkadaşı tarafından at arabasıyla alınıp, damadın
evine götürülmeden önce yıkanırdı (Anadolu’daki gelin hamamı adeti). Kadınlar
hayatları boyunca babaları, kocaları ya da erkek akrabalarının kontrolünde
yaşarlardı. Erkek çocuk doğurmak kadının yeni evindeki değerini artırırdı.
Kadınlar siyaset ile ilgilenemez, mal mülk edinemezlerdi. Adeta evlerinde hapis
hayatı yaşarlardı. Kadınların toplum içinde yapabilecekleri tek önemli görev
rahibe olmaktı. Ailede miras erkeğin soyuna geçerdi.
Sparta şehrinde ise kadınların
durumu biraz daha farklıydı. Sparta’da erkekler ergenlikten 30 yaşına kadar
askerlik görevi nedeniyle garnizonda yaşadıklarından dolayı Sparta kadınları
üzerindeki baskıları daha azdı. Kadınlar bu nedenle toplum hayatında daha fazla
gözükürlerdi. Kadınlar yalnız dolaşabilir, yarışlara katılabilir, arazi sahibi
olabilirlerdi. Dördüncü yüzyılda Sparta’daki arazilerin beşte ikisi kadınlara
aitti. Devletin gözünde ise kadının asıl görevi erkek çocuk doğurmaktı. Bu işi
daha iyi yapabilmeleri için onların güçlü olmaları beklenirdi. Çıplak idman
yaptıkları için diğer Yunanlılar Spartalı kadınları ayıplardı. Üç ya da daha
fazla erkek çocuğu olan kadınlara özel ayrıcalıklar tanınırdı.
Yemek pişiren, kumaş dokuyan,
köleleri yöneten, ev işlerini idare eden gene kadınlar olurdu. Zengin evlerinde
kadınlar ve erkekler haremlik ve selamlık gibi farklı bölümlerde yaşarken,
fakir ailelerde kadın ve erkekler birlikte yaşardı. Fakir kadınlar evin dışında
çalışır, kocalarının işine yardım eder, yalnız başına pazara giderdi.
Tipik olarak bütün evler dış
dünyaya kapalıydı ve çok az penceresi vardı. Daha geniş evlerde iç avlular
vardı. Erkeklere ayrılmış özel oda giriş kapısının hemen yanında olurdu,
böylece erkek ziyaretçiler, kadınlara ayrılmış olan mahrem mekanlara girmeden,
ağırlanabilirdi. Demokratik Atina’da gösteriş yapmak hem sosyal hem de siyasi
açıdan kabul görmezdi. İskeletler üzerinde yapılan araştırmalarda ortalama
ömrün kadınlar için 36, erkekler için 45 yıl olduğu ortaya çıkmıştır.
Kadınların ömrünün daha kısa olmasının nedeni çocuk doğurmaktan dolayı erken
ölüm olarak açıklanabilir.
Romalılarda Kadın
Romalı erkekler, özerk davranış
ve özgürlük açısından kadınlardan daha üstün bir durumdaydılar. Kadınlara ev
sınırları dışında oldukça sınırlı bir özgürlük tanınmıştı. Kadın yalnızca evin idarecisi durumundaydı.
Giyimi ve davranışları önce babasının, evlendikten sonra da kocasının
kontrolünde olurdu.
Roma kanunları toplumun düzenini
sağlamak için evliliği özendirirdi. Zinanın cezası ölümdü. Zina, kadının
babasına yapılmış bir suç olarak algılandığından, babanın, kızı ile birlikte
olan adamı öldürmesine izin verilirdi.
Zina yapan kadının kocası da olaydan mağdur olduğu için karısını
bağışlayıp zina yapan erkeği öldürebilirdi. Fakat bu durumda karısını
boşamalıydı. Bu şekilde boşanmış kadınlar çeyizlerinin yarısını eşyalarının da
üçte birini kaybeder ve bir adaya sürgüne gönderilirdi. Zina yapan erkek ise
sadece varlığının bir bölümünü kaybederdi.
Bir köle ile birlikte olan evli bir erkek zina suçu işlemiş sayılmazdı.
Eskiçağda birçok toplulukta
olduğu gibi Romalı bir babanın da çocuğunu evlendirme ve eşinden boşatma
yetkisi vardı. Küçük yaşta evlendirilen oğul ya da kız çocuğu, babanın (ya da abisinin)
istediği kişiyi kabul etmek ve bazen de boşamak zorundaydı. Genel olarak kız ve
erkek çocukları küçük yaşta, ergenlik çağına girmelerinin ardından evlendirilirdi.
Dolayısıyla bu durum, (günümüzde özellikle geleneklere bağlı kırsal yerlerde
süregeldiği gibi) evlenecek bireylerinin birbirini tanıması olasılığını
azaltmaktaydı. Genelde kızların 12; erkeklerin ise 14 yaşa geldiklerinde
evliliğe hazır oldukları düşünülürdü (soylu ailelerde evlilik yaşı 8-10
arasındayken, yoksul kesim için çeyizi toparlamak güç olduğundan genelde
evlilik yaşı 14 olabiliyordu). Bununla beraber tanrılar adına törenle yapılan
bir evliliğin boşanma noktasına gelmesi toplumda hoş karşılanmazdı ve bazen
boşanma kız babası için utanılacak bir durum olabiliyordu. Kocasından ayrılan
kadın, hayatta olan babasının (ya da kanbağı bulunan yakınlarının) yanına
dönerdi.
Bununla birlikte, boşanmada en
önemli etkenlerden biri, kadının çocuk doğuramamasıydı. Roma’da gerek
Cumhuriyet idaresi ve gerek erken imparatorlukta yeni yasaların konulmasına
karşın, toplumda, daha eskiye uzanan Krallık dönemi kuralları geçerliydi. Buna
göre, kadın ahlaki bir suç işlediğinde, mahkeme değil, aile içi gelenekler
geçerli olurdu; kadına ceza verme konusunda babalar, kocalardan önceliğe
sahipti. Bir kadının işleyebileceği en ağır suç ise başta zina idi ve bunun
cezası da aile bireyleri tarafından uygulanan ölümdü.
Babayla evladı arasındaki bir
diğer konu mirastı. Eski Roma’da evlilik yoluyla kadının kocasına getirdiği
çeyiz, tamamen kocanın mülkü, sermayesi oluyordu ve bu konuda kadın, özellikle
boşanan kadın, çoğunlukla mağdur olmaktaydı. Çünkü kadın, kocasından hiçbir
şeyini geri alamamaktaydı. Kadın, mülk konusunda bazen kan bağı olan kendi
akrabalarının da mağduru olabiliyordu. Mülkünü idare etme konusunda ne aile
içinde ne de hukuki yasalarda, kadına güven yoktu. XII Levha Yasası’nın miras
kısmına yerleştirilen maddeye göre kadına babasından miras kaldığında, kadın,
ancak kan bağı olan akrabalarının vasiliği altında işlem yapabilirdi, aksi
halde tek başına yaptığı işlem geçersizdi.
Roma’daki aile düzeni kolay
değişecek bir yapıda da değildi. Zaten değişim, başta savaşlar olmak üzere,
birdenbire olmuştur. Özellikle MÖ III. yüzyıldan itibaren Roma’nın art arda
savaşların içine girmesi nedeniyle babaların ve kocaların uzun süre aile
ortamından uzakta olması ve çoğunun savaş nedeniyle hayatını kaybetmesi, Roma
kadınının kendi yetkisini ele geçirmesinde en etkili sosyal dönüşümü
oluşturmaktadır.
İmparator Augustus Dönemi’ne
gelindiğinde (MÖ 27-MS 14), devletin, Romalı kadınların çok doğum yapmasına,
Roma’nın sınırlarının genişlemesiyle birlikte askere ve erdemli Roma nüfusuna
ihtiyacı vardı. Augustus’un çıkardığı yasaya göre 20-60 yaştaki erkeklerin ve
20-50 yaştaki kadınların evlenmeleri gerekmekteydi. 20-50 yaş arasındaki
çocuksuz kadınların ceza görme durumu bile vardı. Kadın, kocası ölmüşse bir
yıl, kocasından boşanmışsa altı ay sonra yeniden evlenmeliydi. Augustus’un evlilikle
ilgili yasasının en önemli özelliğinin, sorumluluğun aileden alıp resmi
makamlara devretmesi olarak görülür. Ayrıca boşanan kadının çeyizini geri
alabiliyor olması, yeniden evlenmesine yol açmıştı.
Bununla beraber zina dahil bazı
suçların mahkeme kararına bağlanmasıyla da artık bir babanın işlediği suçtan
dolayı kızını öldürmesi kısmen elinden alınmış sayılmaktaydı. Unutulmaması
gereken, din esasına dayalı cezalandırmada, haksız yere adam öldürmek de
suçların en ağırıydı. Haksız yere adam öldürmek, toplumsal çöküşün
belirtisidir. Augustus’tan itibaren zina halinde yakalanan bir kadın ve
sevgilisi sürgün edilirdi. Burada, kısmen kelimesi belirtilmek zorunda çünkü,
toplumda zina söz konusu olduğunda, yasaya karşın, kadına kocası ya da babası
tarafından aile içi ölüm cezası uygulamasının devam etmekte olduğu
anlaşılmaktadır. Ayrıca eski Roma’da şarap içmesi de hukuki bir cezası
olmaksızın, kadının öldürülmesine ya da kocasının boşamasına neden olabiliyordu.
Augustus sonrasında da yapılan
yasalar, sürekli ceza yaptırımını ailenin elinden almaya yönelikti. MS II.
yüzyılın sonu, orta ve geç Cumhuriyet döneminden itibaren, hukuken patria
potestas’ın (babanın aile üzerindeki yetkisi) son bulduğu kabul edilir. Fakat,
değişen siyasi ortamlara ve yasalara karşın, aile yaşantısında devam
etmekteydi.
Orta Asya Toplumlarında Kadın
Çin toplumunda kadın insan
sayılmaz ve isim verilmezdi ve kız çocukları on yaşından sonra sokağa
çıkamazdı. Yeni doğan erkek çocuk pahalı kumaşlara, kız çocuk ise bez
parçalarına sarılırdı. Bilindiği gibi İslam öncesi Arap toplumunda kız
çocuklarını diri diri toprağa gömmek bir adet halini almıştı. İran’da ise
Sasani devrinde kız kardeşle evlenmek serbestti. Kız kardeş ve annelere saygı
gösterilmezdi. Eski Hint Hukukuna göre kadın, evlenme, miras ve diğer konularda
hiçbir hakka sahip değildi. Kadın zayıf karakterli ve kötü ahlaklı kabul
edilirdi.
İngiltere’de, 5. yüzyıldan 10. yüzyıla
kadar erkekler, eşleri üzerinden ticaret yapma hakkına sahipti. Söz konusu
dönem İngiliz toplumunda kadınlar İncil’e el süremezlerdi. O dönemin
dünyasında, farklı coğrafya ve kültürlerde kadının durumu bu şekilde iken, bu
toplumlarla yaklaşık olarak aynı dönemlerde hatta daha önceki dönemlerde
yaşamış olan bozkır Türk devletlerinde, kadına karşı bir saygı vardı. Çadıra
giren oğul babasından önce annesini selamlardı.
Türk devletlerinin toplumlarında
kadının yerinin oldukça önemli olduğunu görmekteyiz. Eski Türk kadını
erkeklerden kaçan, evin ancak harem kısmında yaşayan bir zümre değildi. Sosyal
ve siyasi hayatın her noktasında aktif olarak yer almış, saygı gösterilmiş ve
değer verilip, korunmuş bireyler olarak yaşamışlardır. Eski Türk toplumunda hem
erkek hem kadın eşit haklara sahipti ve cinsiyet ayrımı asla yapılmıyordu.
Kadınlar büyük bir serbestliğe sahipti. Ata binmek, avlanmak, dövüşmek ve şaman
ayinlerini düzenlemek gibi görevleri üstlenebilirlerdi. Boyları üzerinde çok
etkili oldukları ve hatta devlet içinde yüksek görevlere geldikleri dönemlerde
olmuştur. Devlet yönetiminde hatunluk hukukuna sahip Türk kadınının, eşinin
yanında bir yeri ve söz hakkı bulunmakla beraber zaman zaman bu konuda
eşlerinin önüne geçtiklerini de görmekteyiz.
Namus ve iffetine son derece
düşkün olan eski Türk kadını her şeyden önce erkeğin ev arkadaşı idi. Ev dâhil
ailenin bütün varlığı eşlerin ortak malı kabul edilirdi. Eşiyle birlikte
ailenin bütün faaliyetlerine katılan Türk kadını erkekler gibi ata biner, silah
kullanıp avcılık yapar ve güreş tutardı. Türk erkekleri eşlerine " görklüm
" yani güzelim şeklinde, kadınları da onlara ‘’bey’’ diye seslenirlerdi.
Toplum içinde de " altun özük " (bedeni altın gibi kadın), "
ertini özük " (bedeni inci gibi kadın), " arık " (temiz), "
silig " (namuslu) gibi güzel sıfatlarla anılıp, iltifat görmüştür. Ev
içinde hâkimiyet kadına aitti. Yemek pişirmek, temizlik yapmak, çocuklara
bakmak, koyunları sağmak, sütten elde edilen yiyecekleri hazırlamak, dikiş dikmek,
keçe yapmak, kumaş dokumak, çadırı kurup sökmek ve bazen kocasının atını
eyerlemek kadının göreviydi. Kadınların savaşta düşman eline geçmesi büyük bir
utanç sayılırdı. Bu sebeple savaş zamanlarında kadınları güvenlik altına almayı
ihmal etmezlerdi.
Eski Türk topluluklarının sözlü
edebi ürünleri olan destanlarına bakıldığında kadınların mevkiinin oldukça
yüksek olduğu görülmektedir. Türk mitolojisine göre kadın kâinatın
yaratılışının kilit noktasıdır. Buna göre; kâinat yaratılmadan önce her yer
denizdi. Bu âlemde yalnız yaratıcı-tanrı diyebileceğimiz Kayra Han Ülgün Ata
vardı. Yalnızlıktan usandığı bir sırada, denizde " Akine " yani
"Beyaz Anne" göründü. İşte Ülgün Ata, Akine’yi görüp ondan aldığı
ilhamla kâinatı yarattı. Akine olmasa erkek tanrı Ülgün Ata ilhamsız kalıp,
hiçbir şey yaratamayacaktı. Yine Altay Dağ silsilesinde birçok destanda konu
olan kadın adını taşıyan bir dağ olduğunu biliyoruz. Bu Kadın dağı Altay
Türklerinin kadınlık şerefine diktikleri bir abide olarak görülmüştür. Genel
olarak bakıldığında birçok destanda kahramanlar, başlarına gelen felaketlerden,
eşlerinin ya da kız kardeşlerinin sadakat ve gayretleri sayesinde kurtulur. Her
kahramanın bir eşi vardır ve hiçbir şekilde birden fazla evliliğe işaret
yoktur.
Eski Türk Ceza Hukuku da kadının
toplum içindeki aktif yaşantısını destekler nitelikte gelişmişti. Sosyal
hayatlarında rahat etmeleri ve güvende hissetmeleri için uygulamalar
bulundururdu. Evli kadınla zina yapanlar, cinsel saldırıda bulunlar idam edilirdi.
Genç bir kıza tecavüz eden erkek ağır para cezasına mahkûm edilir ve kızla
evlendirilirdi.
Hayatını bu anlayış içinde
yaşayan Türk kadınının statüsüne ve görevlerine ek olarak sahip olduğu bazı
haklar da mevcuttu; Eski Türk kadınının evlilik konusunda şu haklara sahipti.
Kadına baskı ve zorlama yapılmaz, isteklilik ile yuva kurulurdu. Kızlar 15–17
yaşlarından itibaren evlenebilirlerdi. Ancak, küçük yaşlarda veliler
çocuklarının evlenmesini uygun görerek, evlendirebilirler. Fakat aynı evde
karı-koca yaşantısına başlamadan önce ergenlik çağına gelmeleri beklenirdi.
Evliliklerde genel olarak bilindiği gibi dıştan evlenme anlamına gelen
"exogamie" esastı. Türklerde yakın kan akrabalığı evlenmeye engel
olduğu gibi sütkardeşler arasındaki evliliğe de asla izin verilmezdi.
Evlenmenin bir diğer önemli şartı güveyin, gelinin velilerine bir miktar mal
vermesiydi.
Türklerde genellikle tek eşlilik
yani " monogamie " görülür, kadınlık onuru kırılmazdı. Türk dilinde
çoklu evlilik yani " polygamie " kelimesinin karşılığı yoksa da
sonradan Türkler birkaç kadınla evlenmeyi kabul etmişlerdir. Fakat kadınlardan
sadece biri baş kadın sayılırdı. Kocanın diğer zevceleri baş kadına hürmet ve
itaat ederdi. Burada çok eşliliğin genel olarak yönetici sınıfa has bir durum
olduğunu, topluma indirgenmiş örneklerinin yok denecek kadar az olduğunu
belirtmekte yarar vardır. Babaların vefatından sonra oğulların üvey anaları ile
büyük biraderlerin vefatından sonra küçük biraderlerin yengeleri ile amcaların
vefatından sonra yeğenlerin yengeleri ile evlenmesi hukuki bir vazife olarak
algılanırdı. Hukuk tarihinde, bu hukuki âdetin ismi " levirat " tır.
Ailede yardımlaşma, sosyal güvenlik esas olduğundan ölen kardeşin dul karısı
ile evlenilebilir. Bu uygulamaya yol açan sebepler, dul kalan eşin ve
çocukların bakım ihtiyaçlarını karşılamak, aile mülkünün parçalanmasını ve
yabancıya gitmesini önlemek ve aile içinde kalarak ölen kocanın ruhuna hizmet
etmek sayılabilir. Ancak belirtmek gerekir ki levirat, kadının da istemeyip
kabul etmesiyle gerçekleşen bir adetti. Kadın levirata zorlanamaz, eğer isterse
bu adet uygulamaya geçirilirdi.
Eski Türk Kadınının boşanma hakkı
da vardı. Kadın mutsuz veya yürümeyen bir evliliği ölene kadar yürütmek zorunda
değildi. Ancak keyfi bir şekilde evini terk edemez, istediği zaman toplanıp
babasının evine geri dönemezdi. Uygun sebepler ortaya çıktığında kadın boşanma
talebini dile getirebilir ve boşanabilirdi. Kocasının kendisine kötü davranış
göstermesi, kocasının başka bir kadınla gayrimeşru ilişkide bulunması ve
kocanın cinsel iktidarsızlığı gibi aile temelini sarsan durumlarda kadın
boşanmak isteyebilir ve boşanırdı. Tabi ki erkeğin de eşiyle boşanma hakkı
vardı. Boşanma kocanın kabahati sonucunda olursa, koca verdiği kalını geri
talep edemezdi ve karısının çeyiz olarak getirdiği malı da iade etmeye
mecburdu. Boşanma kadının suçu neticesinde ise kalın erkeğe iade edilirdi.
Evlenme ve boşanma konularındaki
özgürlük ve hak sahipliklerinin yanında, Eski Türk Kadın’ının mülk edinme,
varislik ve miras hakkı da bulunmaktaydı. Türk ailesinde, aile içinde kadının
kendine ait mülkü vardı. Evlenen kadının baba evinden getirmiş olduğu çeyiz
malı üzerinde kocanın hiçbir tasarruf hakkı yoktu. Aile dışında da kadının
taşınır ve taşınmaz mallar üzerinde de tasarruf hakkı olduğunu biliyoruz.
Hatunların kendilerine ait sarayları – köşkleri, hizmetlileri ve malları vardı
Aile büyüklerinin ya da eşin
vefatından sonra kadın varis olarak görülmüş ve mirastan hak ettiği payı
almıştır. Eski Türk devletlerinde yöneticiliklerde, " kut " yani
egemenlik kudretine buna en layık sahip olurdu, kız çocukları dâhil hükümdarın
her çocuğunun buna hakkı vardı. Bir devletin en yüksek dereceli miras konusu
olan yönetme hakkının varisliğinde bile Türk kadının hakkı olup, hisse sahibi
olması oldukça dikkat çekicidir.
Kocanın vefatından sonra karısı,
kocasının malından 1/4 alır, bazı topluluklarda bu hissenin 1/5 olduğunu
görüyoruz. Kızların hisseleri de 1/10 olarak tespit edilmiştir. Buna ek olarak
miras paylaştırılmadan önce kadının getirmiş olduğu çeyiz kocasının verdiği
kalından fazla olmuş ise bu aradaki farkı da alırdı. Baba evinin varisi en
küçük oğuldu. Bu baba evinde kalan ve babanın servetine varis olan erkek,
annesinin veya varsa üvey annesinin giderlerini karşılamaya, evlenmemiş kız
kardeşlerine sahip çıkıp evlendirmekle yükümlüdür. Buna karşılık kız kardeşleri
evlendiği zaman alınacak " kalın " ona ait olur. Ayrıca, evlenmiş ve
evlendiği zaman bir miktar çeyiz almış kızlar mirastan pay alamazdı. Evin reisi
öldükten sonra bile Türk kadını mağdur edilmemiş, hayatını devam ettirebilmesi
için mirastan paylarını alabilmişlerdir. Ayrıca baba ocağını tüttürmeye devam
eden en küçük oğulun anne, üvey anne ve evlenmemiş kız kardeşlerine bakıp,
evlendirme yükümlülüğü oldukça önemlidir. Her ne kadar bu öksüz kalmış kızların
evlenince aldıkları kalını erkek kardeşlerine vermek zorunda olmaları veya
evlenip gitmiş kızların mirastan pay alamamaları bir ayrım gibi görünse de
benzer durum erkek çocuklar için de geçerlidir. Yetim kalan kızı evlendirip
kalını alan erkek kardeş ödenen kalına sahiptir ancak evlendikleri zaman kız
kardeşlerine çeyiz vermek zorundadırlar. Aynen evlendiği zaman çeyiz alıp giden
kız çocukların mirasta hisse sahibi olamadıkları gibi, babasından mal alarak
ayrılıp müstakil bir ev kurmuş olan oğullar da mirastan pay alamazdı. Görüldüğü
üzere miras ve varislik konusunda da kadının erkekten çok büyük bir farkı
yoktur. Cinsiyet üzerine yapılmış haksızlık derecesinde bir uygulama
bulunmamaktadır ve mümkün olduğunca kadın erkek ayrımı yapılmadan her bireye
eşit davranılmaya çalışılmaktadır.
İskitler Döneminde Kadın
İskitler veya yayıldıkları doğu
bölgelerindeki isimleri ile Sakalar, MÖ 8. yüzyıl ile MS 3. yüzyıl arasında
Tuna Nehri’nden, Çin’in batı sınırlarına kadar uzanan sahaya yayılan göçebe bir
halktır. Halkın konuştuğu dilin bir Doğu İran dili olduğu düşünülmektedir. Yazılı
bir metin bırakmadıkları için kökenlerinin Ural – Altay ırkı mı ya da Türk mü
olduğu belirsizdir.
İskit (Saka) toplum yapısının
önemli özelliklerinden biri kadınların bağımsız olmasıydı. İskit kadınları
hakkında Antik çağ yazarlarının genel değerlendirmesi, " askeri
harekâtlarda eşleriyle birlikte bulunan cesur bayanlara sahipler "
şeklinde olmuştur. Savaşlara katılan İskit kadınları tıpkı erkekler gibi savaş
taktikleri kullanmaktaydılar. İskit ordusu savaş taktiği gereği geri çekilirken
bile at üzerinde dönerek çok keskin atışlar yapabilirlerdi. Bunu sadece
erkekler değil, bayanlarda yapabiliyordu.
İskit kadınları ata binip ok atar,
at üstünde kargı savururdu. İskit kadını savaş meydanında bile erkeğin
gerisinde durmamış, onunla omuz omuza çarpışmıştır. Savaş meydanlarına
inmeseler bile erkekler savaşla meşgulken, sürülerin ve evin idaresi kadınların
üstlenmek durumunda olduğu bir görevdi. Bu nedenle kadınların silahlı olması ve
onları kullanmayı bilmesi gerekiyordu. Tabi ki İskit kadınının, erkeğiyle eşit
durumda çarpışabilmesi ve silah kullanmayı öğrenebilmesi için ta küçük
yaşlardan itibaren en az erkeğin aldığı kadar savaş eğitimi alması
gerekmektedir. Kadın ve erkeğin yaşam tarzı gereği aynı anda savaşması
gerektiğinden buna hazırlıklı oluyorlardı. İskit kadını asker olarak
yetiştirilmiş, silah eğitimi almıştı. Savaşlarda kadınların sayısı ve kuvveti
önemli bir unsur olmuştu. Bu durum kadının eve kapalı, sadece ev işleriyle
uğraşan bireyler olmadığını göstermektedir.
Ceza uygulamalarına göre, İskit
Kralı, emri altındakilerden birine suçu dolayısıyla ölüm cezası verdiği zaman,
suçluyla beraber varsa erkek çocukları da öldürülür ancak kız çocuklarına
dokunmazdı. Sebebini net olarak bilmediğimiz bu uygulamada kin ya da kan davası
güdülmesinin önüne geçilmek istenmiş ya da ceza bir soy kurutma cezası olduğu
için kız çocukları tehdit unsuru olarak görülmeyip idam edilmemiş veya
kadınlara pozitif ayrımcılık yapılmış olabilir.
İskit toplum yapısındaki kadının
bu özgür ve aktif konumu evlilik konusunda da kendisini göstermiştir. Levirat
âdetinin bu dönemde var olduğunu görüyoruz. Oğullar çoğu zaman babalarının
eşlerini miras olarak alıyorlardı. Koca öldüğü zaman eşlerinden biri de onunla
ölmek zorundaydı. Bu uygulamanın, dönemin inanışı gereği olarak, öteki dünyada
kocasına arkadaşlık etmesi anlayışıyla ilgili olduğu düşünülmektedir. İskit
kadınları bir düğün ya da şenlik sırasında kendisine uygun gördüğü erkeğe şarap
badesi sunarak seçimini belirtirdi. Nikâh geleneklerine göre ise damat ve gelin
sembolik bir savaş düzenlemekteydi ve bu savaşı damat kazanmak zorundaydı. Her
ne kadar evlilik konusunda özgürlük ve gönüllülükten bahsetsekte, savaşta üç
düşman öldürmedikleri sürece bekâr kalmak zorunda olduklarını da biliyoruz.
Hun ve Göktürk Dönemlerinde
Kadın
Hunlar ise, Büyük Hun (Asya) ve
Avrupa Hun olmak üzere tarihte iki büyük devlet kurmuştur. İlk kez tüm Türkleri
tek bayrak altında toplamışlar ve Avrupa’nın bugünkü etnik yapısını oluşturan
kavimler göçünde ana unsur olarak bulunmuşlardır. Tarihte Türk adını ilk kez
devlet adı olarak kullanmış olan Göktürkler, Bumin Kağan (542-552) döneminde
kuruluşunu gerçekleştirmiş ve 745 senesinde yıkılana kadar, Orta Asya ve Çin’de
hâkimiyet sürmüş bir Türk devletidir.
Hun ve Göktürk devletlerinde de
kadın bağımsız bireyler olarak hayatını yaşamıştı. Bu devrelere ait bilgiler
kadının da erkeği ile aynı iş ve hakka sahip olduğunu belirtmektedir. Türk
kadını aile hayatında erkekle eşit durumdadır yani ana, baba ve çocuklardan
aynı derecede sorumludur.
Yönetimdeki Türk kadını
örneklerini bu dönemde bolca bulmak mümkündür. Asya Hunları zamanında, Çin
İmparatorlarından Kao devrinde, kendisi bir kurtuluş ümidi bulmak ve Mete’nin
Hatunu’nun aracılığını elde edebilmek için, gizli olarak çok değerli hediyeler
gönderdiğini biliyoruz. Bu rica üzerine Hatun, Mete ile konuşur ve onu ikna
eder. Burada Çin İmparatoru’nun, Mete’nin Hatunu’nu kendisine denk sayarak
muhatap aldığını, çare olarak gördüğünü ve yardım dilediğini görüyoruz. Gene
Asya Hunları devrinde, Çinlilerle olan ilişkilerindeki belgelerde, Türk Hakanı
yanında hatunun da resmen yer aldığı ve devleti bu ikisinin birden temsil
ettiği yer almıştır. Daha sonraki dönemde Avrupa Hunlarına elçi olarak gelen
Bizanslı yazar Priskos, Attila’nın huzuruna gittiğini anlatırken, Kraliçe
Rekka’nın kendisini karşıladığını yazar. Hun ülkesine gelen elçiler kraliçeye
de hediyeler getirirdi. Elçileri kabul edip görüşürdü. Hükümdarın eşi olan
hatundan başka kadınların da devlet teşkilatında yeri vardı. Attila’nın kardeşi
Bleda’nın ölümünden sonra, eşi bulundukları köyün yöneticisi olmuştur. Ayrıca
Hunlarda hatunlar, sarayda devlet adamları gibi eğitilip yetiştirilir, komşu
devletler ve devlet idaresi hakkında geniş bilgilere sahip olurlardı.
Göktürkler devrinde kağanın karısı Hatun devlet işlerinde kocasıyla birlikte
söz sahibidir. Emirnamelerin yalnız kağanın adına değil, kağan ve hatun adına
ortak imza edilmesi, resmi yazışmalarda kağanın hatundan ayrılmaması buna bir
örnektir. Gene Göktürkler devrinde, 623 senesinin Ekim ayında İl Kağan, Çin’e
elçi göndererek İmparator’dan kardeşinin bir Çinli prensesle evlenmesini rica
etmiştir. İmparator buna karşılık, Ma-i şehrini kuşatmaktan vazgeçerse bu işin
olacağını söyler. Bunun üzerine İl Kağan kuşatmadan vazgeçmek ister. Fakat karısı
İçeng Hatun buna karşı çıkar, baskınlara devam edilmesi yönünde buyruk verir ve
İçeng Hatun’un dediği olur. Bu konuda sayısız örneğe sahibiz. Saydığımız
örnekler bize gösteriyor ki, Hun ve Göktürk devirlerinde kadın yönetimde erkek
ile birlikte bulunmakla kalmıyor, devletin çıkarlarının zedeleneceği durumlarda
karar mercii olarak görülüp emirleri uygulanıyor ve yetkisi kağanın önüne
geçiyor.
Yine Attila’nın Hatununun sarayda
kendisine ait süslü ve gösterişli bir köşkte oturduğunu, kendi hizmetine bakan
özel erkânı olduğunu ve Bleda’nın eşinin yönettiği köyün sahibesi olması
mülkiyet hakkına işaret eder. Asya Hunlarında olduğu gibi, Avrupa Hunlarında da
kadın, erkeği ile beraber ordu birlikleri içinde hareket halindeki birliklerin
bir ferdi olarak askeri alanda boy göstermiştir
Hunlarda ve Göktürklerde levirat
usulünün yaygın olduğunu görüyoruz. Hunlarda, aile içi ilişki kurulmasına önlem
olarak, dışarıdan hatta dokuz göbekten bağlı olmayan evlenmeye de dikkat
edilirdi. Göktürklerde, yüksek bir mevkide olan bir kadın kendisinden aşağı
durumda olan bir erkekle evlenemezdi. Kadın ve erkek eşit durumda olunca töre,
isteyen erkeğe kızı vermeyi babaya emrederdi. Yine Göktürklerde, evlenme çağına
gelen genç kız, kılıçla dövüşüp yendiği erkekle değil, yenildiği erkekle
evlenirdi. Bu adet de aynı zamanda Göktürk kadınının silah kullanma
alıştırmaları yaptığını - silah kullanmayı bildiğini de göstermektedir.
Ceza uygulamalarına baktığımız
zaman, kadının sosyal hayatını rahat sürdürüp tehditlerden uzak tutulması için
caydırıcı cezalar verildiğini görüyoruz. Evli kadına tecavüz etmek veya zina
yapmak ölüm cezasını gerektirir. Genç kızları baştan çıkaranlarda hem ceza
görür hem de o kızla evlendirilirlerdi. Bu uygulamalarla kadının onuru
korunmaya çalışılmıştır.
Amerikan Cherokee toplumunda
Kadın
ABD’nin Güneybatı eyaletlerinde
yaşayan Cherokee kabilelerinde kadın ve erkek eşitliği mevcuttu. Cherokee
erkeği, tarım için ormandan ağaç keserek açık alan yaratır, ağaçtan ev, kano ve
köyün etrafına çit yapardı. Avcılık ve balıkçılık ile uğraşır, av için
hayvanlara tuzak kurardı. Geçmişte Cherokee kadınlarının sorumlulukları ise
diğer Amerikan kadınlarından farklıydı.
Cherokee kadınları savaşçıydı. Kadınlar aynı zamanda evi de idare
ederlerdi. Evi erkek de yapsa ev kadınındı. Kadın aileler üzerinde etkili,
kabile yönetiminde söz sahibi ve savaşçıydı. Kadınlar aynı zamanda ördükleri
renkli sepetleriyle gurur duyarlardı. Yerli kadınlar genellikle çiftçiydi.
Ekinleri büyütür, hasat ederler onları daha sonra tüketmek için saklarlardı.
Genç kızlar mısır tanelerini ezerek un haline getirirlerdi. Kadınlar elbise ve
başka eşyalar yapmak için hayvanların derisini kullanırlardı. Aynı zamanda da
çocukları büyütürlerdi.
Bazı yerli kadınlar, kabilede
yönetim sorumlulukları alırdı. Büyükanneler torunlarına gelenekleri
görenekleri, yemek pişirmeyi, dikiş dikmeyi, deri tabaklamayı öğretirlerdi.
Erkekler ise, kabileye et, kürk, post sağlamak için avcılık ve balıkçılık ile
uğraşırlardı, aynı zamanda savaşlara da katılırlardı. Dayılar ailenin
çocuklarının eğitiminden sorumluydu. Çoğu kabilede kadının ve erkeğin katkısı
eşit düzeydeydi. Genç erkek evleneceği kızın ailesine çeyiz olarak kürkler,
deriler sunardı.
Amerikan Iraqua toplumunda
Kadın
Kuzey Amerika’da yaşayan
Irokualar, anaerkil bir toplum yapısına sahipti. Toprak herhangi bir kişiye ait
değildi ve Tanrının kadını toprağın koruyucu olarak seçtiğine inanılıyordu. Her
Iraqua kabilesinde, herkesin uyum içinde çalışmasını sağlayan bir Kabile anası
(Clanmother) olurdu. Bu göreve en yaşlı kadın seçilirdi. Her Kabile anasına
bağlı, evlilik törenleri, cenazeler ve diğer ritüellerden sorumlu bir din
görevlisi olurdu. Kabile anası, kabilenin refahından sorumluydu. Kabiledeki
kişilere isimlerini veren o idi. Hoyaned adı verilen erkek şefi de seçen o idi.
Şefi tüm toplantılarda gözler, izler ve kabile yararına çalıştığından emin
olurdu. Eğer bir şekilde kabile şefi kabileyi iyi yönetemezse, kabile halkını
dinlemezse, Kabile anasının şefi görevden alma yetkisi vardı.
Iraqualar, Buffalo, New York Eyaleti, 1914
Evlilikte çocuk annenin soyuna
bağlı olurdu. Dayılar özellikle erkek çocukların toplum içinde yetişmesi için
öğretmenleri ve mentörleri olurdu. Eğer çift bir nedenle ayrılırsa çocuk
kadında kalırdı. Kabile şefi her an kabilenin yaşlı kadınlarının oluşturduğu
konsey tarafından görevinden alınabilirdi. Şefin kız kardeşi bir sonraki şef
adayını belirlemekle görevliydi.
Büyük Konsül kabilelerini temsil eden dokuz şeften oluşurdu. Bu yapı Kanada ve Amerikan Hükümet yapısının çok benzeridir.
Geleneksel Çin Toplumunda
Kadın
Geleneksel Çin toplumu, ataerkil aile sistemi
üzerine kurulmuş, erkek egemen bir toplumdur. Bu erkek egemen toplumda, kadın,
daima, dışlanan, aşağılanan ve önemi küçümsenen bir varlık olmuştur. Doğduğu
ilk günden itibaren, toplumda ikinci sınıfa yerleştirilen kadın, yüzyıllar
boyu, kapatıldığı dört duvarlar arasında, sessizce var olma mücadelesi
vermiştir.
Geleneksel Çin ailesinde, kız çocuklarına,
evlenip başka bir aileye karışacakları için, geçici bir aile üyesi gözüyle
bakılmaktadır. Kendi evlilikleri söz konusu olduğunda, kararı aile büyükleri
vermekteydi. Çok küçük yaşta, bir çöpçatan aracılığıyla evlendirilen bu küçük
kadınlar, hiçbir söz hakkına sahip değillerdi. Onlar için, yaşamlarının en zor
ve alçaltıcı dönemi, evlendikten hemen sonraki dönemdi. Ürkeklik ve çekingenlik
içerisinde, sevdiği ya da sevmediği biriyle evlendirilen bu küçük kadınlar, birdenbire,
kayınvalidelerinin hükümranlığı altında, “evin gelini” olduklarını görürlerdi.
Yakınlarının desteğinden ve
koruyuculuğundan mahrum bırakılan, bunun yanı sıra hiçbir statüye sahip olmayan
bu genç kadınlar, kocalarıyla kurmaya çabaladıkları sevgi bağının yoksunluğu
içinde, bir anda kocalarının ve kuralların egemenliği altına girerlerdi. Gün
geçtikçe, kayınvalidelerinin denetimi ve otoritesi altında, yaptıkları her iş
kontrol edilmeye başlardı.
Çin toplumunda ve özellikle Çin’ in kırsal
bölgelerinde, yakın akrabalık bağının ve köklü insan ilişkilerinin ne denli
önemli olduğu düşünülürse, kadının düştüğü bu durum son derece büyük bir sorun
teşkil etmekteydi.
Kadın, evlendiğinde, yalnızca
doğup büyüdüğü topraklardan ayrılmıyor, aynı zamanda, kendi ailesinden ve
yaşamının ilk on beş, yirmi yılında geliştirdiği sosyal ilişkilerinden de
kopuyordu. Kocasının ailesine bir yabancı olarak giriyor; güvenebileceği kimse
olmaksızın, daima dışlanan biri olarak kocasına ve yaşamak zorunda olduğu bu
yere alışmaya çalışıyordu.
Ataerkil Çin ailesi, kadına, ancak çocuk
doğurduğunda belli başlı statüler kazandırıyordu. Bunun yanı sıra, çocuk
doğurmak, kadının, evladıyla sevgi ve bağlılığını geliştirmesine, duygusal
yalnızlığının üstesinden gelmesine yardımcı oluyordu.
Eğer kadın erkek çocuk dünyaya
getirmişse, aile tarafından saygıya değer bulunuyordu. Kadının belirli bir güce
ve yüksek bir statüye erişebilmesi ise, yaşamının ilerleyen evrelerinde mümkün olabiliyordu.
Kadın, ancak, oğlunu büyütüp evlendirdikten sonra, “kaynana” olarak aile içinde
bazı resmi yetkiler elde edebiliyordu.
Eğer zengin bir aileye gelin gitmiş ve bir
erkek çocuk doğuramamışsa, üstüne kuması geliyor, kocasının odalığı veya
odalıklarından biri oluyordu. Aynı zamanda, kocasının çeşitli yollardan
yapacağı hakaretlere de boyun eğmek zorunda kalıyordu.
Geleneksel Çin toplumu, Konfüçyanist
öğretilerin egemen olduğu bir toplumdu. Kadın kavramına gereken değeri vermeyen
bu düşünce yapısına göre, kadın, duyguları tarafından yönlendirilen, akılsız
bir varlıktı. Kadının sahip olduğu güzellik ise, erkekleri gafil avlayan bir
tuzaktan ibaretti. Bu düşünce yapısına göre, kadının tek olumlu özelliği,
uyumlu olmasıydı. Doğası gereği sahip olduğu bu özellik, ona, şefkat, yumuşak
başlılık, çalışkanlık, detaycılık, zarafet ve nezaket gibi nitelikler
kazandırmıştı.
Kadın, toplumda her ne kadar ikinci sınıf
görülse de saygı duyulan bir varlıktır. Kadına duyulan bu saygı, onun yalnızca
ailevi rolüyle ilişkilidir. Evden sorumlu olan, kocasının ailesiyle ilgilenen,
atalarına büyük bir saygı gösteren ve ailenin birliğini sağlayan her daim
kadındır.
Han Hanedanlığı zamanında yaşamış, Çin’ in
bilinen ilk kadın tarihçisi ve alimi olan Ban Zhao, dönemin feodal düşünce
yapısına sıkı sıkıya bağlı bir Konfüçyanisttir. Yazdığı “Nü Shi – Kadınlara
Nasihatler” adlı kitap, kadınların nasıl olması gerektiğine dair bilgiler ve
nasihatler içeren bir rehber kitaptır.
Ban Zhao’ nun kendi
tecrübelerinden ve öğretilerinden oluşan bu kitap, Konfüçyüs Klasikleri temel
alınarak yazılmıştır. Ban Zhao, kadının,
küçük yaştan itibaren, aile içinde nasıl davranması ve ne gibi kişisel
özelliklere sahip olması gerektiğine dair pek çok kural belirlemiştir.
Ban Zhao’ ya göre, kadın, sıradan olmalı,
kocasına ve atalarına saygı göstermeliydi. Kendinden önce onları düşünmeli ve
daima bir adım geride kalmayı bilmeliydi. İyi bir şey yaptığında bundan söz
etmemeli, yanlış bir şey yaptığında ise hatasını kabul etmeliydi. Yaptığı bu
hatadan dolayı utanç duymalı, diğer insanların onun hakkında söylediği kötü
sözlere katlanmalıydı.
Daima ürkek ve korku dolu
olmalıydı. Geç saatlere kadar çalışmalı, sabah erkenden kalkmalıydı. Gece
gündüz, kolay zor demeden, ev halkı ile ilgili görevlerini yerine getirmeliydi.
Yapmak zorunda olduğu her işi eksiksiz biçimde tamamlamalıydı. Kocasına
memnuniyetle hizmet etmeli, doğru tavırlar içinde olmalıydı. Yalnızca kendi
işiyle ilgilenmeli, sessizce kocasına itaat etmeliydi.
Çin toplumunda, kadının mutluyken yüksek sesle
kahkahalar atması ve kızgınken bunu dışa vurması hoş karşılanmazdı. İster ev
içinde ister dışarıda olsun, kadınlar ve erkekler asla bir arada bulunmazlardı.
Dışarı çıktığında yüzünü mutlaka örtmek zorunda olan kadının, yürürken etrafına
bakması istenmezdi. Kadın, ancak, tüm bu kurallara uygun davrandığına saygıya değer
bulunurdu.
Ban Zhao, oluşturduğu bu modelle, kadının toplum ve aile hayatına yarar sağlamayı tasarlamış, ancak, bunu yaparken, kadının toplum ve aile hayatındaki yerinin ve öneminin zarar görmesine sebep olmuştur. Ban Zhao, bir kadın olmasına rağmen, kadının erkekten daha aşağı bir varlık olduğuna inanmış ve oluşturduğu bu model ile hem toplumu hem de hemcinslerini buna inandırmıştır.